30 Mayıs 2018 Çarşamba

Her Daim Özlenecek Şehir: Çanakkale



Marmara’yı Ege’yle birleştiren, cazibesiyle dünyanın en ünlü destanına ilham veren, kahramanlarına müteşekkir olduğumuz, her mevsimin güzeli Çanakkale'yi anlatmaya devam ediyorum...


Kalbinden deniz geçen şehirler,  ozanların şiirinde, seyyahların güncesinde, komutanların gönlünde hep başköşede durur. Nadir bulunan güzellikler böyle yan etkiler yaratabilir (!) Brad Pitt’in Akhilleus olarak hafızalara çakıldığı gişe rekortmeni filmin atının önünden rüya gibi bulutlarla kaplı Boğaz’ı izlerken bu şehrin halet-i ruhiyeyi ters yüz eden semptomları bana da bulaşıyor.  Mitolojiler galaksisinden çıkıp, modern döneme kadar şöhretini bir an bile yitirmeyen Troya Savaşı’nı sembolize eden tahta at, bulutlu Boğaz sabahında fazlasıyla mitsel görünüyor.  Atmosferin etkisinden çıkmadan, konaklayacağım Büyük Truva Oteli’nin restoranında kahvaltı ediyorum.  Ardından tekrar Kordon’u adımlayıp tarihi saat kulesinin dibine varıyorum. Çanakkale’nin merkezini tanımak için yollara düşmüşseniz kesinlikle yürümek, yürümek, yürümek gerekiyor. 





Ayvalık’ın sarımsak taşından 1897 tarihinde yapılan saat kulesini merkeze alıp yönümü ona göre tayin ediyor, adresleri ona göre soruyorum. Farklı şehirlere gittiğim zaman navigasyondan ziyade, yerel halka adres sormayı tercih ediyorum. Bu hem biraz olsun sohbet ortamı yaratıyor, hem de bazen acayip komik anılar yaşamama sebep oluyor. Saat Kulesi ve çevresi capcanlı bir yer. Kulenin bir tarafı Kordon’a açılırken tam aksi istikamette yol alınca Çanakkale’nin tarihi sokaklarından biri olan Fetvane’ye çıkılıyor. Fetvane Sokağı taş binaları ve kahve kokusuyla hipnotize edici bir nokta. Söz konusu kahvenin karşı konulmaz kokusu olunca kendimi Han Kahvesi’nde buluyorum. Mor salkımların rüzgarda salındığı,ağaç gölgelerinde serinleyen, kendiliğinden nostaljik bir kahve.  İl Kültür Müdürlüğü’nden aldığım haritaları kurulduğum masama yayıp, kallavi bir Türk kahvesiyle anın tadını çıkarıyorum.  Aslında kolumdaki kadranda akrep ve yelkovan kovalamaca oynamasa bütün bir günü bu kahveye hibe edebilirim ama zamanım kısıtlı. Han Kahvesi’nden çıkarken girişin sağ tarafında yer alan Kepenek Keramik beni kendine çekiyor. Çömlekçilik ve her tür keramik bu şehrin tarihinin bir parçası. Kepenek Keramik’te Çanakkale’nin tarihinden esinlenilerek hazırlanmış çeşitli idoller, takılar, biblolar bulmak mümkün. Bu küçücük dükkana girer girmez raflardaki her şeye hayran olsam da keramikten üretilen Troya mührü replikasına adeta vuruluyorum.  Troya Antik Kenti buluntuları içindeki ilk yazılı belge olan Luvi dilindeki mühür, M.Ö. 12 yüzyıla tarihleniyor. Kepenek Keramik’te benim beğendiğim mühür madalyon olarak tasarlanmış. Madalyon uygun kordonla birleşip, boynumda yerini alınca, kendimi Toya’nın sahibi gibi hissediyorum. O meşhur lafta dediği gibi “Mühür kimdeyse Süleyman O’dur” değil mi ama? 


Yeniden Fetvane Sokağı’na inip, köşedeki Kent Müzesi’nin kapısını aralıyorum. 1800’lü yılların başından kalma bir yapıda kurulmuş olan müze aynı zamanda bir kültür merkezi olarak düzenlenmiş. Giriş katında güncel sergiler gerçekleştirilen müzenin diğer bölümlerinde şehrin sosyal hayatından,tarihinden, anılarından kurulu sabit bir sergi alanı bulunuyor. Yeniden sokağa çıkıp Yalı Camii’ne, çevresindeki kahvelere, manzaranın en afilisine dalıyorum. Birkaç sokak sonra o meşhur türküdeki yürek burkan Aynalı Çarşı’yla göz göze geliyoruz. İki caddeyi birbirine bağlayan çarşı bugün hediyelik eşya dükkanlarına ev sahipliği yapıyor. Kulaklarımda o duygulu türküyle Çanakkale Boğazı’nın en dar bölümünde gemileri selamlayan Çimenlik Kalesi’ne yürüyorum. Çimenlik ya da Kale-i Sultaniye bugün savaşın akışını değiştiren kahraman Nusret Mayın Gemisi’ni de içine alan bir Deniz Müzesi’nin bünyesinde. 




Deniz kokusunu içime çeke çeke şehir haritasında işaretlediğim, adı Troya Antik Kenti’yle özdeşleşen Manfred Osman Korfmann’ın adını taşıyan kütüphanede soluğu alıyorum. Korfmann Kütüphanesi Surp Kevork Kilisesi’yle sırt sırta vermiş bir yapı. Bir zamanlar kilisenin Sıbyan Mektebi olan kütüphanenin raflarını Korfmann’ın ve başka bağışçıların kitapları süslüyor. Tarihin ve kültürün şehri, o kadar çok rengi saklıyor ki birkaç sokak ötede şehrin sinagogunun zilini çalarken buluyorum kendimi. Kısa bir ziyaretin ardından  hafifçe başlayan yağmur tenime serin bir ürperti serpiyor. Kordon’u takip edip alameti farikası seramik olan şehrin Seramik Müzesi’ne sığınıyorum. Fatih Sultan Mehmet devrine kadar uzanan bir seramik üretimi mevcut bu topraklarda. Seramik öylesine ciddi bir iş ki koca şehre adını bile vermiş zaman içinde. Bugün Seramik Müze’si olan yapı Tarihi Er Hamamı’nın dönüştürülmesiyle ortaya çıkmış.  


Her şehrin hikayesi  vardır ya işte şimdi Çanakkale’nin hikayesinin peşine düşme zamanı. Homeros’un dilinden çıkıp, bugüne dek bir an bile şöhretini yitirmemiş tanrıları, kahramanları ve fanileriyle gizemli bir çağa açılan Priamos’un Troya’sının çağrısına kapılmamak olanaksız. Hele 2018 Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından,Troya Yılı ilan edilmişken Troya’ya dokunmak ayrı bir haz. Priamos’un hazinelerinden, mağrur ve kahraman Hektor’un, Akhilleus’la mücadelesine bir efsanenin doğduğu toprakları görmek gerçekten heyecan verici.   





Troya Çanakkale’nin en büyük hazinesi ama tek değil. Ezine ilçesinde yaklaşık 400 hektar üzerine kurulu bir Alexandria Troas var ki bu kadar göz önünde olup, namı az bilinir olsun, inanılır şey değil. Günümüzde yeşilin kamuflajıyla büyüklüğünü anlayamayıp,yanından geçip gidebilirsiniz. Ama yapmayın, tabelanın çığlığına kulak verin ve devrinin en parlak ticaret şehrini görün. Anadolu’nun en büyük antik kentlerinden biri olan Alexandria Troas ,Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos tarafından kurulur.









 Birkaç yıl sonra yine İskender’in valilerinden Lysimakhos devreye girip şehrin adını İskender’e övgü olarak “Alexandria Troas” yapar. Gün gelir I. Konstantin bu şehri Roma İmparatorluğu’nun başkenti yapmayı bile düşünür.  Fakat başkent olma onuru Konstantinopolis’e (İstanbul) sunulur. Belki de Troas’ın kaderi o gün değişir, tarih küllerini savurdukça savurur.  Alexandria Troas’ı gezmeye, öyküsünü dinlemeye doyamasam da bölgeye çok yakın bir antik taş ocağına gitme fikrine tereddütsüz “evet” diyorum.   Neandria Kestanbol Antik Taş Ocakları’ndaki manzara karşısında nutkum tutuluyor. 2800 yıl önce terk edilmiş bir granit yatağı burası. Biçim verilmiş, yola çıkmaya hazır devasa sütunlar boylu boyunca yatıyor önümde. Zeytin ağaçları altında uzanan granit sütunlar trajik ama bir o kadar görkemli bir sahnenin ezeli ve ebedi oyuncuları gibi geliyor bana.  Buraya ilk defa gelmeme hayıflanıyorum. Çanakkale’ye bir kez daha hayran oluyorum…

17 Mayıs 2018 Perşembe

Gururlu ve Kahraman Gelibolu


Boğaz ipekli bir kumaş gibi titreşiyor. İki yaka arasında kanat çırpan martılar destanların kentinin üzerinde pervasızca süzülüyor. Unutulmuş zamanların unutulmayan savaşı Troya ve 1. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren zaferin mağrur şehri Çanakkale’yi keşfetmeye Gelibolu’yla devam ediyorum…



O bildik Hollywood filminin baş aktörü olan Troya atının dibinden gecenin sabaha uzanışını izliyorum. Çanakkale Kordon, henüz batmayan ay ışığının altında bir şiirin en çarpıcı dizesi gibi fısıldıyor.  Abartısız, sakin, dalgın bir güzellik var bu şehirde. Denizin esansı güçlü bir rüzgarla saçlarıma dokunurken, az ötede yolcularına seslenen feribotun gümbürtüsünü duyuyorum. Elimde valizim gün doğmadan sahile açılan Büyük Truva Otel’ine yerleşiyorum. Yol yorgunu halim, birkaç saat uykuyu hak ediyor. Boğaz’a karşı uyanıp, otelin manzarasında kahvaltı ediyorum. Feribot iskelesine doğru hızla yürümek gibi niyetlerim olsa da gün ışığında kordonun canlılığı fotoğraf çekmek için aklımı çeliyor.   
Fotoğraf faslına feribotta devam ederken neredeyse herkesin birbirini tanıdığını fark ediyorum. Sıcak, samimi bir ortamda feribot yol alırken, “Karşıya geçme” fiilinin İstanbul dışında bu denli gerçekçi olması hoşuma gidiyor. Tabiatın uyanışına işaret eden renklerle donanmış Gelibolu yarımadası olanca zarafetiyle beni kucaklıyor. Gelibolu, Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın kurulmasıyla her geçen gün daha da büyüyen bir açık hava müzesi haline gelmiş.  Denize serili bu yeşil yarımadanın her köşesi Çanakkale Muharebeleri’nin izlerini taşıyor. Mücadelenin zafere dönüştüğü Gelibolu’yu layıkıyla tanımak için en azından iki günlük bir zamana ihtiyaç var. Böylece  tarihi alanı keşfetmek üzere, adı Çanakkale Savaşları’yla özdeşleşen  Seyit Onbaşı’yla birlikte anılan Rumeli Mecidiye Tabyası ve Şehitliği’ne varıyorum.  Burada, 18 Mart 1915’te Boğaz’ı geçip İstanbul’a ulaşmayı hedefleyen müttefik donanmasına cesaretle mücadele eden Seyit Onbaşı ve bütün Mehmetçiklerimizin anısına yapılmış bir anıt yer alıyor.  Askerliğe “Ağır Topçu Neferi” olarak başlayan Seyit Onbaşı, topun mermi kaldıran vinci bozulunca,215 kiloluk top mermisini sırtına alarak namluya sürmüş, ateşlediği top sayesinde İngiliz zırhlısını batırmayı başarmasıyla da efsaneleşmiş bir savaş kahramanı. Böyle bir yiğitlik timsali yaşanan Rumeli Mecidiye Tabyası Gelibolu’nun ziyaretçi  akınına uğrayan bölgelerinden biri.  Kahraman Rumeli Mecdiye Tabyası’nın ardından askerlere sağlık hizmetlerinin verildiği Soğanlıdere Vadi’si,  Alçıtepe Şehitliği,  Çanakkale Cephesi’nin ilk şehitlerinin yattığı Seddülbahir Kalesi, Eskihisarlık Burnu’nda yükselen Şehitler Abidesi izlediğim rotayı oluşturuyor. Çanakkale Savaşları’nın sarsıcılığı her adımda yüreğime dokunuyor. Gelibolu tarihi yaşayan ve yaşatan bir coğrafya.  Bölgede yaşananları daha yakından izlemek içinse Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi’ne uğramak gerek.  Burada önce savaş sırasında kullanılan her çeşit eşyanın sergilendiği bir müzeyi inceleyip, ardından muharebenin etkileyici anlarının ileri simülasyon yöntemleriyle canlandırıldığı alana geçmek mümkün.
Gelibolu’da doğa geçmişi örten bir dantel gibi. Toprağın bereketi savaşın izlerini huşu içinde kamufle ediyor. Arıburnu Sahili’nde bulunan Anzak Koyu’nda verdiğim kısa molada aklımdan bunlar geçiyor.






 Yönümü Eceabat’ın kuzeyinde bulunan Bigalı Köyü’ne çeviriyorum.  Bigalı Köyü,  Nisan 1915’te Atatürk’ü misafir etmiş ve 19. Tümen’e karargah olmuş. Günümüzde Atatürk’ü konuk eden ev müze olarak ziyarete açık.  Kendine özgü dokusunda Bigalı meydanından başlayarak içinizi ısıtıyor. Çınar gölgesine kurulu kahvesi, bayraklarla ve Atatürk’ün sözleriyle donatılmış taş evleriyle Bigalı çabucak kalbe dokunuveriyor.



Gelibolu’da yeni günün ilk durağı mücadelesiyle destan yazan Conkbayırı. Conkbayırı’na ilerleyen yolda 57. Piyade Alayı Şehitliği karşıma çıkıyor. Yarbay Mutafa Kemal’in komutasında çarpışan 57. Piyade Alayı, çıkarmanın ilk gününde Arıburnu’na doğru harekete geçen  Anzak askerlerini geri püskürten Türk kuvvetlerinden biri. Gelibolu’da her adım insanı  cesaretin, kahramanlığın anlatısına götürüyor. Yoluma devam edip savaşa yeni bir yön veren Conkbayırı’na varıyorum.  Gelibolu yarımadası bu noktada, tümüyle görünüyor.  Anafartalar Grup Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’in heykeliyle ufka dalıyorum. İçimi bir minnet ve şükran duygusu kaplıyor.



Conkabayırı’nın yarattığı tarifsiz duygu durumunun ardından aracın camından muazzam manzaralar, taş evlerin salındığı köyler, çobanlar, sürüler gelip geçiyor. Küçük Anafartalar Köyü’nün ardından Büyük Kemikli Burnu’nda soluklanıyorum. Kayaların denizle buluşması sürrealist bir etki yaratıyor. Kayalar öyle fantastik formlarda ki doğanın heykeltıraşlığına hayran olmamak imkansız.


 Denize bu kadar yaklaşmışken, yeni rotamı yine deniz belirliyor. Eceabat’ın şirin sahil köyü Kilitbahir’e eriştiğimde Boğaz’ın en dar yerine kurulan yonca planlı kaleyi ziyaret ediyorum. Yapılışı 15. Yüzyıla kadar uzanan Kilitbahir Kalesi, Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı’nın çalışmalarıyla yaşayan bir tarih müzesine dönüştürülmüş. 
Kalenin yanı başında ancak filmlerde görülebilen bir kır kahvesinde oturup “Denizin Kilidi” anlamına gelen Kilitbahir’e, 1. Dünya Savaşı’na kafa tutan Çanakkale’ye, Boğaz’a, martılara tekrar tekrar  bakıyorum.  Masmavi deniz arada bir geçen gemilerle yırtılıyor. Gururlu ve yalın, Çanakkale sen ne güzelsin…