26 Ağustos 2017 Cumartesi

Foça: "Dünyanın en güzel İkliminde..."

Adaların arasındaki deniz, biraz incir, biraz karadut, biraz mandalina ama illaki zeytin...Geceleri kulaklarda cırcır böceklerinin şarkılar söylediği, koynunda uygarlıkları saklayan, gidenlerin kalbini bırakıp döndüğü, cömert Ege...Bu Ege'nin tam ortasında,  "Tarihin Babası" olmayı sonsuza dek başaran Herodot'un "en yüce gök kubbenin altında ve dünyanın en güzel ikliminde" kurulmuş dediği Foça...





 Derler ki zamanın çok ötesinde başlar Foça'nın tatlı ezgisi. Akhalar'ın (Yunan şehir devletleri) Troya'yı hile hurdayla yıkıp kül ettikleri o savaştan sonra olur ne olursa. Akhalar yola çıkar, ancak tanrılar kızgındır. Dolandırıcılıkla kazanılan zaferin yanında tanrılara da saygısızlık edilmiştir. Zeus Tapınağı'na sığınan bilge kral Priamos'un bile canına kıymışlardır. Akhalar Troya'dan ayrıldığı anda denizde şiddetli bir fırtınaya tutulurlar. Bu öyle dehşetli bir fırtınadır ki Menelaos, Mısır kıyılarına kadar sürüklenir; Odyseus ise on yıl deniz üzerinde yolunu arar durur. Bu on yıl boyunca Odyseus onlarca badire atlatır. Değneğiyle dokunduğu her şeyi domuza çeviren korkunç büyücü Kirke'yle tanışması da bu sırada gerçekleşir. Kurnaz Odyseus yine bir dolu dalavereyle Kirke'nin lanetinden kurtulur. Bana sorarsanız Kirke biraz da bile isteye kahramanımızı domuza çevirmek istememiş olabilir. Zira Odyseus'u aşırı yakışıklı bulan Kirke, onu sarayında bir yıl misafir eder, el üstünde tutar. Üstüne yolculuğun devamında başına gelecekler ve alınacak önlemler konusunda da Odyseus'un ufkunu açar. Ah ne diyelim, büyücünün böylesi...Kirke 'nin tavsiyelerine uyan kahramanımız ve arkadaşları, az gider uz gider sonunda balık kuyruklu güzel mi güzel deniz kızları çıkar karşılarına. Bunlar söyledikleri şarkılarla insanı kendinden geçiren Seirenler'dir. Nice denizci bu Seirenler'in sihirli nağmelerini takip etmiş ve sonsuza dek ortadan kaybolmuştur. Kirke'nin verdiği akılla arkadaşlarının kulaklarını balmumuyla tıkar. Kendini de direklerden birine bağlatır ama kulaklarını tıkamaz. Seirenler'in eşsiz şarkıları Odyseus'u da aldatır ama emirlerini duymayan tayfalar rotalarından şaşmaz. İşte tam bu olayın geçtiğine inanılan kayalıklar Foça'da. Homeros'un tarihi aşıp gelmiş anlatısının hatırası olarak Foça'nın açıklarındaki bir adadaki kayalıklara halen "Siren Kayalıkları" denir. Volkanik tozların tuzlu suyla kaynaşmasıyla oluşan kayalıklar doğanın özgün tasarımlarından olmalarının yanında günümüzde de rüzgarlı gecelerde (ki geceleri Foça hep rüzgarlı) uğuldamaya devem ediyormuş. Ben Foçalılar'ın yalancısıyım. Siren Kayalıkları'nı görmek ve belki de Seirenler'in ezgisini duymak için Eski Foça sahilinden kalkan gezi teknelerine binmek yeterli. 


Siren Kayalıkları *


Antik dünyada bir İyon kenti olan Foça'nın hikayesi deniz kızlarıyla başlasa da bölgenin sembolü fok. Zira binlerce yıl evvel bu sularda sayısı hiç de azımsanmayacak kadar çok fok yaşadığından kente Phokaia adı verilmiş. Devir değişince isim de değişmiş ama işte pek de uzağa düşmeden Foça halini almış.









Efsaneler çağının gözde yerleşimi olan Phokaia, tarih boyunca usta denizciler yetiştirir, mimarlık ve teknik alanlarda ciddi ilerleme kayder. Bu sayede Akdeniz'den Karadeniz'e uzanan coğrafyada çok sayıda koloni kurar, doğal altını ve gümüşü karıştırarak tarihteki ilk elektron sikkeyi bastırır. Böyle bir medeniyetin izleriyle yaşayan Foça, Ege'nin 
ölçüsüz girintileri, çıkıntıları ve adacıkları üzerine kurulu. Fakat bu ölçüsüzlük kendi içinde tutarlı ve romantik bir karakter kazandırıyor Foça'ya. Her kıvrımında güneşten sararmış bir kumsal saklı. 
Yığma taş duvarlı, sıvasız Rum evlerinin denize açılan sokakları süslediği, hatta önümde kelebeklerin uçuştuğu bir sabahta Reha Midilli Caddesi'ndeyim. Cadde dediysem kelebekler, ben, dondurma külahları, denize atlayan kahkahalar, bir de o herkesin gözünün kaldığı evler var. 
Cadde'nin bir ucunda, denize sırtını vermiş eski Rum evlerinden birinde misafirlerini ağırlayan Kavala Cafe'yi kahvaltı için gözümüze kestiriyoruz. Pek bir şey yemeyeceğiz derken ev yapımı domates reçeline aşık olup, devamını istiyoruz. 


Kavala Cafe



 Domates reçeli kokusuyla ve tadıyla bizi büyülemiş olsa da her geçen dakika daha dik dik binlerce gözle bakan güneşin hükmü karşısında denize girmeye karar veriyoruz. Hangi koya gitsek, nasıl etsek derken sıradan Foçalılar'ın izinden cadde üzerindeki iskelelerden birine mayo-bikini kuruluyoruz. Birkaç saat içinde ahşap platformun üstünde havlu, şemsiye atılmamış tek bir boşluk bile kalmıyor. Deniz duru bir kırışıklık halinde kıpırdanırken Foça'nın tarih kadar eski dondurmacısı Sakız'a Nazmi Usta'nın dondurma kuyruğuna giriyoruz. İncirli dondurmada incir, böğürtlenli dondurmada böğürtlen olan, doğal ürünlerle kendi kitlesini yaratmış bir dondurmacı Nazmi Usta. Külahı elimize alınca kuyruğun neden hiç azalmadığını anlamış oluyoruz. 






 Daracık sokakları adımlarken Foça rüzgarı hafif hafif eteklerimizi uçuşturmaya başlıyor. Zeytinyağından yapılmış sabunlar, deniz yıldızları, Ege otlarıyla dolu bir dükkanı didik didik ediyoruz. Foça Bitkisel Ürünler adındaki dükkan aktarla, hediyelik eşyacı olma arasında kalmış bir yer. Hediyelikleri de tamamen doğal ve el yapımı ürünlerden oluşuyor. İçinde geçirdiğimiz süre boyunca bir dakika bile boş kalmıyor. Acayip acayip deniz canlısı kabukları ve deniz yıldızları yüklü sepetlerden ayrılamadığımızdan, birkaç tanesini satın alıyoruz. 
Güneş tepemizde açısını değiştirirken zaman Foça'ya dokunmuyormuş gibi geliyor. Dolayısıyla Foça'da olduğumuz için biz de dokunulmaz sayılıyoruz. Sanki bir sabah, bir öğleden sonrası geride kalmıyor, bir gün daha geçmiyor ömrümüzden. 
Bütün gün karşısında denizi kucakladığımız Foça Kalesi'nde alıyoruz soluğu. İçinde yerel sanatçıların elinden çıkan resimler sergileniyor ve satışı yapılıyor. Kale surlarının dışında gün ışığı çekilmeye başlarken Foçalı kadınlar tezgah kuruyorlar. Tığ işleri, takılar, yemeniler, el emeği göz yorgunluğu çalışmalar tezgahlara özenle yerleştiriliyor. Bizans, Ceneviz ve Osmanlı gören kalenin ilk yapımının 11. yüzyıla kadar uzandığı sanılıyor. Son 20 yılda iki defa ciddi biçimde restore edilen kale, 2013 yılında UNESCO Geçici Listesi'ne girmeye hak kazanmış bir yapı. Foça'nın kaleyle kuşatılmış bölümüne Kale Burnu deniyor. Surlar boyunca ilerlerken Anadolulu ana tanrıça Kybele’ye adanmış bir tapınağın kalıntılarıyla yüzleşiyoruz. M.Ö. 6. Yüzyıldan itibaren Foça’nın bu kıyısında koruyucu ana tanrıça kültüne adanmış bir tapınak yer alıyormuş. Seyyahların anlatılarında tapınağın portikoları, heykellerle bezeli cepheleri uzun uzun anlatılsa da günümüze ulaşan kısım oldukça mütevazı. Binlerce yıl önce bu sahile sağ salim çıkmayı başaran inançlı denizciler burada adaklarını yerine getirip, ana tanrıçaya şükranlarını sunuyormuş. Anadolu’nun çok kültürlü muazzam evreni bir kez daha içimizde hayranlık uyandırıyor. 




Sabah denize açılan kayıklar dönerken, turuncu bir kalp gibi denize doğru inen güneş, sahil boyu kurulan balıkçı tezgahları ve çevresini bir gangster çetesi gibi saran kediler saati hatırlamamıza vesile oluyor. Dolaşırken ilgimizi çeken Ecem Balık Evi'nin yolunu tutuyoruz. Her şehirde, her ülkede gördüğümüz şemsiyelerle dekore edilmiş sokaklardan biri daha. Klişe bile olsa ortam güzel, barbun tava, şişte mezgit harika. Yalnız her an masaya atlayan kocaman kediler balık sofrasına tahminimizin çok ötesinde bir aksiyon katıyor. Kızmıyoruz,sokaklar da kedilerin olmayacaksa neresi olacak değil mi ama? 









Veda Busesi
İzmir’in sakin kızı Foça, derin bir huşuyla rengarenk Ege’yi solumak için kusursuz bir coğrafya. Ayrılmak zor olsa da kulağıma çalınan bir efsaneye göre Foça’nın bilinmez bir yerinde bir siyah taş varmış. Eğer ki bahsi geçen siyah taşa öyle veya böyle basmışsanız mutlaka ama mutlaka yeniden Foça’ya dönermişsiniz. Foça’ya bir kez gidince yeniden gitmek için çok bahaneniz olacak…
Ama bu yazı tam olarak bitmedi. Eski Foça'nın devamını ve Yeni Foça'yı, İzmir'de yediğim en güzel kumruyu gelecek yazıya sakladım.  

*Siren Kayalıkları fotoğrafları Foça Belediyesi'nin internet sitesinden alınmıştır.

6 Ağustos 2017 Pazar

Aspendos: Romantik ve Mağrur

Yaz bir ruh durumu olarak Kuzey Yarım Küre'de etkisini sürdürüyor şu sıralar. Kelimeler bu ruh durumunu tanımlamak için kifayetsiz gerçekten. Sanki Sonbahar hiç ağaçları kelleştirmeyecek, kış grisi göz bebeklerimizi çizmeyecek gibi bir gamsızlıkla yaza sarılıyoruz (Ah tabi ki sarılmalıyız da). Mavi parlak gök yüzü, asfaltı genleştiren güneş, ayakları itinayla yakan kum taneleri, rüzgara direnen ahşap şemsiyeler, ballı bademli koca bir külah dondurma, kırmızının en karmeni karpuz, makyajsız pür-i pak bir yüz, tiril tiril elbise, uzun günler, yıldızlı geceler, tercihen çarşaf misali deniz, pek tabi ki ille de Akdeniz...



Kulağa ezeli ve ebedi bir şarkı gibi gelen Akdeniz'de geçmişin insanlığa büyük armağanı Aspendos'a doğru inme, Attalos'un şehrinde aşkın ve mimarinin sihrine kapılma zamanı.   
Antalya'nın Serik ilçesinde Milat olmadan çok önce kurulan, çağının zengin ve ihtişamlı kenti Aspendos'dayız. Her ne kadar bölge agorasından, su kemerlerine kadar büyük bir yerleşimse de "Aspendos" dendiği anda o devasa tiyatro gelir akıllara. Vakti zamanında etkili ticaret yollarının üzerinde yer alan, bu sebepten de Anadolu'da sefere çıkmış her komutanın sahip olmak istediği Aspendos'tur burası. Koca kentin tiyatroyla anılmasının başlıca sebebiyse kendi zamanından içinde bulunduğumuz zamana neredeyse kayıpsız olarak ulaşabilmesinden kaynaklanıyor. Yani gezegenimizdeki en sağlam antik tiyatro bizim topraklarımızda...

Aspendos Antik Kenti'nden bir kare...


Rivayet odur ki bu tiyatronun yapılışına güzel bir kadın vesile olur. Uzun uzun yıllar önce, Roma İmparatorluğu tahtında Beş İyi İmparator'un dördüncüsü olan Antoninus Pius'un oturduğu zamanlarda başlar Aspendos'un romantik hikayesi. Kölelerin ve sahiplerin, zarif portikolarla çevrelenmiş avlulardan geçtiği, heykeltıraşların ve mozaik ustalarının fazla mesai yaptığı bu devirde, Olimposlu tanrılar Akdeniz dünyasının dualarına mazhar oluyordu. Tarihin bahsi geçen aralığında, bu küçük şehir bütün Akdeniz'in en değerli sikkelerini basıp, Yakın Doğu'nun en güçlü atlarını yetiştiriyor, ihraç ürünleri ve ulaşım olanaklarıyla sakinlerine müreffeh bir yaşam sunuyordu.
Tam böyle bir anda şehrin valisi Aspendos'a yakışır büyük bir imar faaliyetine girişti. Neticede mimari Roma çağında prestijden ziyade bir gelişmişlik göstergesiydi. Elbette estetik kaygı da yabana atılamazdı. Böylece şehrin valisi, ciddi miktarda kurnazlık içeren bir plan hazırladı. Kendisinin evlilik çağına gelmiş, güzelliği herkesin malumu bir kızı vardı. Şehir için en yararlı ve nitelikli eseri kim yaparsa kızını onunla evlendireceğini ilan etti.  Ressamlar, şairler, filozoflar ve elinden iş gelen herkes valinin gözüne girmek için çalışmaya koyuldu.  Herkes derken gönlü boş olup, üstüne bir de erkek olmayı kast ettiğimi belirteyim. Hummalı çalışmalar sonunda vali şehre yapılan su yolunu görünce damadını bulduğunu düşündü. Hem gelecek nesillere kalacak, hem de şehre yaşam kaynağı suyu getirecek olan yapıdan daha önemli bir eser olamazdı. Yoksa olabilir miydi?
Vali kararını vermek üzereyken tam bir sanat sever olan kızı(?) şehir için yapılan diğer eser olan tiyatroyu da incelemesi için babasına yalvarmaya başladı. Bu noktada tiyatronun mimarı olan Aspendoslu Zenon'un çekicilik düzeyini sorgulamak da söz konusu olsa da baba tiyatronun yolunu tutuyor. Küçük bir yamaca sırtını (cavea'sını) dayamış, on beş bin kişilik tiyatro, imparator locasından, Dionysos'u onurlandıran kabartmalarına kadar valiye pek hoş görünüyor. Gel gelelim, şehre kilometrelerce uzaktan su getiren mimarı daha fazla takdir ettiği de çevresindekilerin gözünden kaçmıyor. Valiyi uzaktan seyreden Mimar Zenon, bu tablo karşısında kederlenip, kendi kendine konuşmaya başlıyor.  O minicik fısıltılar devasa tiyatronun, bugün bile bozulmayan akustiğinde valinin kulağına gelince, vali bu mucizeyi yaratan Zenon'la kızını evlendirmeyi  uygun buluyor.
  Sonuçta Mimar Zenon ve valinin kızı bu tiyatroda binlerce kişinin katıldığı muhteşem bir düğünle evleniyor. İki bin yıllık bir masaldan bize yadigar bu muhteşem tiyatro kalıyor. 



Zamanın geçiciliği karşısında elimizden bir şey gelmese de dünya üzerinde zamanın kaybolmayacağının kanıtı olan yerler var. Aspendos Tiyatrosu hayat bulduğu çağdan itibaren her saniyeyi gücü yettiğince kucaklamış bir yapı. İki bin yıllık bir heyecan, iki bin yıllık bir aşk, yenilmezlik ve direncin capcanlı kanıtı. Zenon, valinin kızını hiç görmemişse, ya da valinin bir kızı yoksa bile ne çıkar? 

Veda Busesi

Günümüzde Serik'e bağlı Belkıs Köyü sınırları içerisinde kalan Aspendos'a Antalya Kaleiçi'nden yaklaşık 45 dakikalık bir yolculukla ulaşmak mümkün. Antalya'nın termometreleri ağlatan sıcağının sizi yolunuzdan etmesine izin vermeyin. Bırakın Aspendos sizi de kendi akustik günlüğüne kaydetsin...