23 Kasım 2015 Pazartesi

Zemun: Belgrad'ın Karşı Kıyısı

Gönlümü fetheden beyaz şehri dolaşmaya ikinci yazıyla devam ediyorum. Güne yine Stari Grad'da başladığımız bir kış sabahındayız. Güneş alev alev yakmasa da varlığıyla en azından gökyüzünü maviye boyuyor. Kendine bahar süsü vermiş buz gibi bir havada artık bildiğimiz sokakları adımlıyoruz. Kahvaltımızı otel dışında almak gibi bir düşünceyle şehrin zincir kafe-restoranı Boutique 2'ye doğru yürüyoruz. Her restoran girişinde olduğu gibi hoş bir karşılamayla içeri giriyoruz. Boutique 2 tam Knez Mihailova Caddesi'nin üzerinde olduğundan dışarıyı görebileceğimiz bir masaya kuruluyoruz. Menüden zevkimize göre bir şeyler sipariş ediyoruz. Siparişler geldiğinde önceden bildiğimiz bir ayrıntıyı atladığımızı fark ediyoruz. Bu ayrıntı Türkler için sanıyorum bir Belgrad seyahatinde en büyük sorun olmaya aday! Sorunun adı: Çay! Belgrad'da çay yok! Yani hiçbir yerde çay yok...Çay sipariş ettiğinizde, tıpkı bizim önümüze geldiği gibi, zarif bir fincanda mis gibi yeşil çay geliyor. Yeşil çay sevmeyen bünyeler olarak kız kardeşimle birlikte kabahatimizi sabah mahmurluğuna yükleyerek halimize gülüyoruz...

Gardos Kula' nın tepesinden Zemun ve Tuna

Günün devamına Novi Belgrad'da devam etmeye karar veriyoruz. 10 ülkeyi katedip Karadeniz'e dökülen Tuna'yı geçerek Zemun'a gideceğiz. Otobüse mi binsek taksiye mi derken takside karar kılıyoruz. Bu şehirde taksiler güvenli ve ekonomik. Ama dikkat etmeniz gereken bir husus var; kaçak taksilere binmemeniz gerekiyor. Biz genellikle Pink Taksi'yi tercih ettik ve bir sorun yaşamadık. Ben zaten Türkiye dışında hiçbir yerde taksilerle ilgili problem yaşamadım bugüne kadar...Bu arada otobüsü kullanmak isterseniz şoförlere sormanızı öneriyorum; hem çok yardımcı oluyorlar hem de doğru bilgiye ulaşırken zaman kaybetmemiş oluyorsunuz.
Taksiye bindiğimizde sürücümüz olan beyefendi bize, daha çok Doğu Avrupalılar'a özgü sertlikte bir İngilizce'yle Zemun'la ilgili öneriler sunuyor. Ama anlaşıyoruz. Karşılaştığımız bütün Sırp beyefendiler gibi çok güler yüzlü ve yardımsever. Yaklaşık 10 dakikalık bir yolculuğun ardından şoförümüz bizi Zemun'un Tuna kıyısına bırakıyor.


Tuna

Tuna kıyısındayız, Avrupa'nın Volga'dan sonra ikinci büyük nehir havzasının tam kenarındayız. Fazlaca tarih, kısmen coğrafya derslerini anımsamış durumdayız. Tuna Nehri adına yakışır biçimde salına salına akıyor. Kış olmasına rağmen nehir kıyısı oldukça hareketli. Spor yapanlar, çocuklarıyla güneşin tadını çıkaran aileler, fotoğraf çeken turistler hepimiz buradayız işte. 
Bir müddet Tuna'nın renklerine kapılsak da yavaş yavaş Zemun'u yakından tanımak üzere hareketleniyoruz.


Zemun'un şehir içinde şehir gibi. Şehrin geneline hakim olan Komünizm havası burada da hissediliyor. Buna karşılık yine de tarif edilemez biçimde günlerdir sokaklarını arşınladığımız şehre de benzemiyor. Özellikle mimaride elle tutulur bir farklılık göze çarpıyor. Bunun da nedeni tarihte saklı. Zemun yüzyıllar boyunca Belgrad'dan bağımsız bir bölge olmuş. Belgrad, Türk hakimiyetindeyken Zemun nehrin ötesindeki şehir olarak Habsburg Hanedanı'nın yönetiminde kalmış. Ve Habsburglar yüzyıllar boyunca bu güzelim bölgenin sahibi olmuşlar. Mimarinin yansıttığı Avusturya etkileri de bu tarihsel ayrımdan kaynaklanıyor. Şehrin Belgrad'ın sınırlarına katılması ise oldukça yeni. 20. yüzyılın sonlarında genişleyen Novi Belgrad'ın bir parçası oluyor Zemun...Laf aramızda iyi ki de oluyor. Bahsi geçen "iyi ki de" kısmen coğrafi ama fazlasıyla duygusal durumlar içeriyor tarafımdan...


Art Dekor'un çok tatlı bir sahibesi var...
Genelde el yapımı ürünler satıyor. 

Zemun'un çevresinde Tuna üzerine kurulmuş plajlar bulunuyor. Tuna üzerinde yazın bir hayli kalabalık olan adacıklar da var.
 Yazın Belgrad'a gelecekler Tuna'yı kulaçlayabilirler yani...

Zemun sokakları kış günü algımızla oynuyor. Her an bir yerlerden mayo, bikini kuşanmış insanların çıkıp Tuna'ya doğru koşmasını bekliyoruz. Yazın kim bilir nasıl rengarenk, cıvıl cıvıl bu sokaklar. Turunculara, sarılara boyalı minik evlerin arasından tepeye doğru yürüyoruz. Amacımız Zemun'un tepesinde masal şatosu gibi yükselen Gardos Kula'ya ulaşmak.  Gardos Kula adından da anlaşılabileceği üzere bir kule. Bu kulenin bir diğer adı Janos Hunyadi Kule'si. Tanıdık gelmesi boşuna değil; biz Osmanlı tarihinden bu Hunyadi Janos'a aşinayız. Macar geleneğine göre önce soyadı sonra adı yazıldığından ünlü komutanın adı Türkçe'de Hunyadi Janos olarak biliniyor. Neyse Janos Hunyadi'yi bir kenara bırakırsak kule, 20 Ağustos 1826 yılında Macarlar'ın bu topraklara yerleşmesinin bininci yılı şerefine yapıldığından adına Milenyum Kule'si de deniyor. Bu kadar çok ismi olan kule benim için sadece Gardos Kula, bu hitap şeklini benimsemiş durumdayım. 
  
En sevdiğim fotoğraflardan biri. 
Ben çektim diye demiyorum...
Bir araba ve bir kule bu kadar uyumlu olabilir kanımca. 




Kuleye tırmanmadan girişte bilet alıyoruz. Görünen o ki etrafta bizden başka Gardos'a tırmanmak isteyen kimseler yok. Yukarıya çıktığımızda bütün Zemun bakışlarımızın altında. Bir an için ama uzunca bir an için dünyanın en güzel noktasındayız hissi yaşıyoruz. Tuna bir tarafta,Zemun bir tarafta dalıp gidiyoruz şehrin zarafetine...Ta ki soğuk çenemizi tir tir titretene kadar. Sonra Gardos'un kollarından dünyaya dönme vakti geliyor. Ufak çapta buz tuttuğumuzdan kulenin dibindeki salaş mı salaş bir mekan olan Fat Cat Pub'a kendimizi atıyoruz. Zemun manzarasına bakan bir masaya oturup sımsıcak kahvelerimizi yudumlamaya başlıyoruz. 


 Fat Cat'in kahveleri...
Her şehrin bir kokusu varsa Belgrad'ınki kesinlikle kahve! 
Bütün sokaklar, caddeler kahve kokuyor. 
Kahve tüketimi o kadar fazla ki kaçınılmaz olarak ortama uyum sağlıyorsunuz. 
Belgrad, en çok kahve içtiğimiz ve kahvenin her türlüsünü denediğimiz şehir olarak damağımıza kazındı.  

Birazcık ısındıktan sonra yeniden Zemun'un arnavut kaldırımlı, dar sokaklarına atıyoruz kendimizi. İlk hedefimiz Fat Cat'in tam karşısında görüş açımıza giren kilise oluyor. Kiliseye gidiyoruz gitmesine ama çıkınca kendimizi bir mezarlıkta buluyoruz. Yeni sokaklar keşfedelim derken koskocaman bir mezarlık içinde epeyce dolaşıyoruz. Sonunda Zemun'un nefes alan insanlarının arasına karışmamız biraz vakit alıyor.






Danubius Restoran
Danubius, Tuna'nın Sırpça söylenişi...

Sokaklarda fotoğraflar çekiyoruz, bütün kiliselere giriyoruz, her sokağı,her pencereyi, her panjuru inceliyoruz. Acıkınca Tuna'dan çıkan alabalıkların tadına bakmak farz oluyor. Tepelere çıkmadan gözümüze kestirdiğimiz Danubius Restoran'ın yolunu tutuyoruz. Lezzetli balıklarla kendimize verdiğimiz minik ziyafetin ardından Belgrad'a dönme vakti geliyor. Biraz burularak bir taksi çeviriyoruz. Bu sefer sürücümüz sabahki kadar şen çıkmıyor. Eski püskü taksimizden etrafı seyrediyoruz. Büyük Yugoslavya Oteli'nin önünden geçerken, gidiş yolunda onu görmediğime hayıflanıyorum. O kadar gerçek dışı görünüyor ki inanamıyorum. Fotoğrafını çekebilseydim derken radyodan bildik bir Balkan şarkısı yükseliyor. Şarkı neşemizi yerine getiriyor...Büyük Yugoslavya Oteli geride kalıyor...



  Veda Busesi

Bir güzel şehir Belgrad. NATO tarafından bombalanmış binaları, Komünist dönemde yapılmış tek tip konutları, Neoklasik sokakları ve Avusturya mimarisi kokan mahalleleriyle bambaşka bir Avrupalı. Kışın ayazında bile içimizi ısıtan şehir...Türklere vize uygulamayan Sırbistan'ın başkenti olan şehir...
Son olarak bu seyahatin ilk yazısına ulaşmak isterseniz, Belgrad: Balkanlar'ın Kalbine Seyahat  başlığına tıklamanız yeterli.

16 Kasım 2015 Pazartesi

Belgrad: Balkanlar'ın Kalbine Seyahat

Kategorize edilemeyen, kalıplara sığmayan, bildik cümlelerle tanımlanamayan bir şehir...Alışılmış seyahat trendlerinin dışında olduğundan hep bir parçası gizemli kalan, uzaktan bakmakla yetinilen sofistike şehir...Adını bildiğimiz, çok tanıdık hissettiğimiz ama tanımaya pek yanaşmadığımız şehir...Vakur tavrıyla insanı büyüleyen, bir kış günü yollarına düştüğüm Beyaz Şehir...Balkanlar'ın kalbi, Avrupa'nın tarifsizi...Belgrad...   

Sırbistan Parlamentosu

Uzun uzadıya planlanmamış bir yurt dışı seyahatine doğru Air Serbia ile uçuşumuz başlıyor.  Uçak personeli göz kamaştırıcı güzellikte ve samimi davranışlarıyla yolculuğumuzu keyifli bir hale getiriyor. Yol arkadaşlarının "en birincisi" kardeşim Pınar'la gökyüzünde konumuz kaçınılmaz olarak Belgrad. Yaklaşık bir saat süren uçuşun ardından Nikola Tesla Havalanı'na iniyoruz. Uçaktan iner inmez Sırp polisi tarafından karşılanıyoruz; pasaport polisi değiller ama soruları sıralıyorlar. Bu aşamayı hızlıca geçip valizleri arıyoruz. Bulmamız biraz vakit alıyor etrafta hiç tabela falan yok. Yani var da hep o çözemediğimiz harflerle yazılmış... Sonraki aşamada pasaport polisiyle teşerrüf ediyoruz. Polis yabancı dil bilmediği için özür diliyor, ama bir taraftan Sırpça sorular sormayı da ihmal etmiyor. Mükemmel Sıprçamızla (!) konuya dahil olmaya gayret ediyoruz. Nerede kalacağız, kaç gün kalacağız, ne amaçla geldik gibi sorular olduğunu düşündüğümüzden, elimizdeki otel rezervasyonu çıktısı çok işimize yarıyor. Kısa süreli bu konuşmanın akabinde ta taaa işte Belgrad'dayız!


Sırbistan Parlamentosu

Balkanlar'ın kalbindeyiz. Tuna ve Sava nehirleri burada birbirine sarılıyor. Keltler'den Romalılar'a, Bizans'tan Osmanlı'ya kimler gelmiş kimler geçmiş bu topraklardan. Yorulmak bilmeyen zaman içinde asla gözden düşmemiş Belgrad. 20. yüzyılda Komünizm akmış şehrin damarlarında, Yugoslavya'nın efsanevi başkenti olmuş Beyaz Şehir. 



Tuna ve Sava Nehirleri birbirine karışırken ben de rüzgara karışıyorum...

Belgrad serin ama "asla kışın gidilmez" diyenlerin aksine gayet de kışın gidilebilir bir havada. Aramızda "Balkanlar'dan gelen soğuk hava dalgası" meselesinin esprisini yapıp duruyoruz. Bir taraftan bütün atmosfer olaylarına hazırlıklı olduğumuzdan "keşke kar yağsa" gibi düşünceleri de dillendiriyoruz.

Stari Grad semtinin sınırları içerisindeki Queen's Astoria Desing Hotel'e yerleşiyoruz. Burayı şehrin merkezi noktalarına olan yakınlığını göz önünde bulundurarak tercih ettik. Otel tam beklediğimiz gibi: Nostaljik çizgiler taşıyan, sımsıcak bir dekorasyon, yardımsever ve güler yüzlü çalışanlar, tertemiz bir yaşam alanı. Ulaşım araçlarına, marketlere, pekaralara ve şehir içinde gezmek istediğimiz birçok noktaya da yürüme mesafesinde de olunca seyahatimiz boyunca otelle ilgili tek bir şikayetimiz bile olmuyor.  



Para: Sırbistan'dayız ve burada geçerli para birimi Sırp Dinarı. Belgrad'da döviz bürolarından güvenle paranızı Sırp Dinarı'na çevirebilirsiniz. Sırp Dinarı'nın değeri oldukça düşük bu nedenle Dolar ya da Euro değişiminden sonra elinize geçen paranın çokluğu karşısında kısa süren bir şaşkınlık yaşayabilirsiniz.  



Stari Grad ve Knez Mihailova: Stari Grad'a gelince bu semt Belgrad'ı gezmeye niyet edenler için çok önemli. Sırpça "eski şehir" anlamına gelen Stari Grad kentin tarihi ve kültürel birikimini sunan, aynı zamanda yaşamın ritmini bütün canlılığıyla yakalayabileceğiniz bir bölge olarak öne çıkıyor. Stari Grad'ın odak noktası Knez Mihailova Caddesi; Knez Mihailova,  baştan başa 19. yüzyıl Avrupa mimarisinin klasik çizgilerini taşıyan binaları, portre yapan sokak ressamları, sergi salonları, kafeleri ve restoranlarıyla Belgrad'ın capcanlı noktalarından biri. Bu caddede o kadar çok yürüdük ve o kadar çok güldük ki aklımın bir köşesinde hep çok sevdiğim bir yer olarak kalacağına eminim.

 Knez Mihailova Caddesi adını  Sırp prensi III Mihailo'dan alıyor. III. Mihailo, Sırbistan tarihinin en nitelikli yöneticilerinden biri olarak kabul ediliyor. Yaşadığı sürede ciddi yargı reformları yapan Mihailo, Osmanlı'yı fiilen Sırbistan'dan çekilmeye zorlayan kişi olarak sıradan bir reformistten çok daha fazlasını ifade ediyor Sırplar için. Dolayısıyla ülkenin en popüler caddesine adının verilmesi olağan. Prensin adının verildiği cadde Trg Republike'den (Cumhuriyet Meydanı) başlıyor Kalemegdan'a kadar uzanıyor. 


Knez Mihailova Caddesi'nin girişi...
Trg Republike (Cumhuriyet Meydanı). 
Atının üzerinde gururla ilerleyen Prens Mihailo'nun ta kendisi.
 O ileriyi işaret eden kol da bizim geldiğimiz şehri işaret ediyor. Heykelin tam arkasında sarıp sarmalanmış binaya gelince orası da Ulusal Müze


Knez Mihailova Caddesi


Knez Mihailova Caddesi

Knez Mihailova üzerinde ve ara sokaklarında girip çıkmadık hiçbir yer bırakmıyoruz. Değişik dönemlerden Sırp sanatçıların eserlerinin sergilendiği galerileri geziyoruz. Sanat galerilerinin günün her saati kalabalık olmasına gıpta ediyoruz.

 Cadde'de bir sürü hediyelik eşya satan kiosk karşımıza çıkıyor. Çoğunluğu el yapımı seramik ürünlerden oluşan tezgahlar turistlerin yoğun ilgisini çekiyor. Üzerinde Belgrad yazılı tişörtler, çantalar, kitap ayraçları satan büyükçe bir mağaza da gezginlerin ablukası altında. Mağazanın adı Garman fakat anlamak biraz zor malum Kiril alfabesi meselesi...




Knez Mihailova Caddesi

Kalemegdan: Knez Mihailova Caddesi'nin sonuna kadar yürüyüp karşıya geçtiğimizde adını Türkçe kale ve meydan kelimelerinin birleşiminden alan Kalemegdan'a ulaşıyoruz. Yıllar yıllar boyu zihnimize kodlanan tarih bilgileri burada adeta canlanıyor. Aslına bakarsanız şehirde Osmanlı mirası olarak pek bir şey kalmamış ve bu bilinçli bir tercih gibi görünüyor. Fakat tarif edilemez biçimde şehir fazlasıyla aşinası olduğumuz bir yermiş izlenimi bırakıyor. Bu gökyüzü, bu Tuna Nehri, bu surlar, bu şehir kapıları o kadar tanıdık ki ister istemez Belgrad'ın bir parçası haline dönüşüyoruz. Kaçınılmaz olarak Sultan Süleyman aklımıza geliyor. Sultan Süleyman'ın Belgrad'ı almak konusundaki ısrarını Belgrad'da tam olarak anlamış bulunuyoruz.  



Kalemeg'dan da Fransız stili bahçe içinde Fransız Şükran Anıtı.
1. Dünya Savaşı yaşanırken Fransa'nın Sırbistan'a verdiği desteğin ebediyen hatırlanması adına 1930 yılında yapılmış Fransız Şükran Anıtı. 
Anıtın ana karakteri olan figür elinde kılıç tutan bir kadın figürü Fransa'nın kişileştirilmesi. Anıtın kaidesinde de kabartma olarak hikayenin farklı yönleri anlatılıyor. 
Fakat heykelin hikayesi bu kadar değil!
Fransızlar, Bosna Savaşı sırasında Sırplar'ı kızdırıp üstüne bir de NATO Belgrad'ı bombalayınca (Deliberate Force Operation) dostluk rafa kaldırılıyor. Kalemegdan'daki Fransız Şükran Anıtı da bu sert rüzgardan nasibini alarak simsiyah bir brandayla kapatılıyor. Yetmiyor önüne de Fransa'yla ilgili bol kinaye içeren bir yazı asılıyor. 
Tabi zaman değişip, barış güvercinleri gökyüzünü doldurunca bu uygulamadan da vazgeçiliyor.   



Kara George Kapısı (Karadjordje Kapısı)

Kalemegdan bölgesi yılın her mevsimi hareketli. Ellerinde fotoğraf makineleriyle etrafa saçılmış turistler, el ele aşıklar, spor yapanlar, bisiklete binenler, koşup oynayan çocuklar birbirine karışmış durumda. Kalemegdan'a girdiğimiz anda el arabalarının biraz daha sergilemeye müsait versiyonlarıyla satış yapan seyyar tezgahlar ilgimizi çekiyor. Tezgahlarda Yugoslavya dönemini yansıtan şapkalar, apoletler, rozetler ve geleneksel Sırp rakısı rakija gibi Balkan ruhunu yaşatan ürünler bizi karşılıyor. Bu tezgahlardan bir sürü kıvır zıvır alıyoruz. Bir dolu askeri şapka içinden kız kardeşime armalı, haki renk bir şapka seçiyoruz. Üzerindeki kışlık kıyafet bu asker kepiyle birleşince gayet Komünist görünmesi Sırp satıcıyı bile güldürüyor. Türk olduğumuzu öğrenince gözlerinden şaşkın bir ifade geçiyor. Son yıllarda artan Türk turistlere alışkın olduğunu ama bizim daha bir Avrupalı göründüğümüzü son derece kibar biçimde ifade ediyor. 



Pınar ve şapkası.
Belgrad seyahati boyunca Pınar'ın şapkası Sırplar'ın aşırı ilgisine mazhar oldu. 
Defalarca nereden aldığımız soruldu. Kalemegdan'dan aldık cevabına inanmaz yüzler gördük. Rusya'dan aldığımız konusunda ısrar edenlere rastladık. 
Bu kadar merak uyandıran şapkayı şehirde sadece bir kişide gördük...Yaşı bir asra yaklaşan ve zamanın bütün çizgilerini bedeninde taşıyan bir Sırp amcada. 


Burası Knez Mihailova Caddesi'ni Kalemegdan'a bağlayan yol ve yaya geçidi...
Ama bu fotoğraftaki asıl önemli ayrıntı arkadaki kırmızı tren.
Şu anda arkada gördüğünüz 2 numaralı trene bindiğinizde Stari Grad'da birçok noktayı (tarihi mekanlar, önemli caddeler, kiliseler gibi...) tam tur yaparak görebilir veya nereden yürüyeceğinize dair ipuçları yakalayabilirsiniz. 
Bu da böyle hayat kurtaran bir bilgi...

Kalemegdan'da farklı peyzajlarla şekillendirilmiş bahçeler içinde kayboluyoruz. Sırplar onurlandırmak istedikleri devlet adamları ya da ülkeler için park yapıyorlar ve ortasına da konuyu içeren bir anıt dikiyorlar gibi bir izlenime kapılıyorum. 
Etrafı beş duyumuzla tararken İstanbul Kapı'nın altından geçiyoruz. Bir şehre ruh katan bütün geçmişi, gölgeleri, sesleri ve yüzleridir. Türkler'i tarihte yok saymak Belgrad gibi bir şehir için o kadar imkansız bir dava ki...Bunu her adımda, her solukta bizim gibi her Sırp'ın da hissettiğine eminim... 
Bu düşünceler içimize dolup taşarken koca şehirde Osmanlı'dan kalan neredeyse tek somut örnekle göz göze geliyoruz: Damat Ali Paşa Türbesi. Çokgen planlı minicik bir yapı. Ortalık yerde tek başına duruyor


İstanbul Kapı

Damat Ali Paşa Türbesi

Saat Kulesi ve Askeri Müze'nin tankları...

Defterdar Kapı'dan Tuna ve Sava'yı izlemek...

İstanbul Kapı'dan geçer geçmez Askeri Müze'yle yüz yüze geliyoruz. Hem açık alanlar hem de iç mekanlar savaş araçları, üniformalar, silahlarla dolu. Saat kulesi, yüksek duvarlar ve tankların yarattığı dekor gri gökyüzüyle birleşince savaşmak fiili bu şehir için fazlasıyla elle tutulur oluyor. Surları, kapıları aşıp tarihin en ünlü nehri Tuna'ya ve Novi Belgrad manzarasına tutunuveriyoruz. Kalemegdan tam olarak Tuna ve Sava nehirlerinin ele ele verdiği noktaya bakıyor. Şehrin yaşam kaynağı ve binlerce yıldır hep gözde kalmasının en önemli nedeni de bu manzaranın ta kendisi aslında...

Tuna'ya karşı Kalemegdan ve Pobednik
Pobednik


 Sokullu Çeşmesi'ni geçip Defterdar Kapı'dan Tuna ve Sava'nın buluşmasını izliyoruz. Şehre gelen herkesin en az bir kere fotoğrafını çektiği Pobednik'e yöneliyoruz. Belgrad'ın en popüler bu anıtı da I. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğu'na karşı kazanılan zaferin anısına yapılmış. Çağının tanınmış heykeltıraşı Ivan Mestrovic'in elinden çıkan heykelin kaidesi de mimar Petar Bejalovic'in imzasını taşıyor. Heykel ilk olarak  Terazije (Terazi) Meydanı'na kondurulmak istenmiş ve hatta bir rivayete göre de kısa bir süre için bahsi geçen meydanda arzı endam etmiş. Fakat Belgradlı kadınlar bu çıplak erkek heykelinin böyle ulu orta durmasına katlanamayacaklarını belirtince Pobednik'e Kalemegdan yolu görünmüş.  
Çok görmüş, geçirmiş bütün şehirler gibi Belgrad'da hikayeleri, efsaneleriyle birlikte yaşayan şehirlerden. Her meydanın, her duvarın, her köşenin anlatacağı o kadar çok şey var ki...


Pekara: Tuna ve Sava'yı seyrederken arada bir kış güneşi bizi yokluyor. Geldiğimizden farklı yollardan Kalemegdan'dan ayrılıyoruz. Belgrad'da hemen her caddede rastlanabilecek pekaralardan birine giriyoruz. Pekara'lar ayaküstü çeşit çeşit pizza, sandviç, kek, kurabiye bulabileceğiniz küçük dükkanlar. Pizza ve sandviç gibi lezzetlerle Belgrad'ı özdeşleştiremeyebilirsiniz ama deneyince fikriniz kesin olarak değişecek.  Şehirdeki en ünlü pekara 24 saat açık olan Toma. Trg Rebublike'de olan Toma günün her saati tıklım tıklım oluyor; ayrıca denediğiniz hiçbir şey de hayal kırıklığı yaratmıyor. Benden söylemesi. 

Campania şehirdeki sayısız pizzacıdan biri..
Kapının üzerindeki işaretten anlaşılacağı üzere sigara serbest.
Belgrad'da kapalı mekanlarda sigara içilebiliyor...

Saborna Crkva / Aziz Mihail Katedrali
Kiliselerin hepsine rahatça girebilirsiniz, hatta meraklıysanız törenlere de katılabilirsiniz. 

  Belgrad'da tanıdık lezzetler...
Bu arada kestane satan amca bize gayet Sırpça adres tarif ediyor...

Terazije Meydanı: Bir Belgrad seyahatinde mutlaka öğrenilmesi gereken yer Terazije Meydanı! Terazije kelimesi de kulağa geldiği kadar yakın bir kelime bildiğiniz terazi demek. Türkçe'den Belgrad'a işlemiş seslerden biri. Terazije'ye geldiğinizi kocaman, gösterişli bir bina olan Otel Moskova 'dan anlayabilirsiniz. Önünde Terazije Çeşmesi bulunan Otel Moskova mimarisi ve geçmişiyle başkentin etkileyici yapılarından. Giriş katında yer alan muhteşem bir de pastaneye sahip. Kapıdan girdiğiniz anda tavan freskoları, vitraylar, mozaikler, hatta sıradan bir fincanla gerçek bir 19. yüzyıl sahnesine adım atıyorsunuz. 

 Otel Moskova açıldığından bu yana 40 milyona yakın insanı ağırlamış...
Albert Einstein, Leonid Brejnev, Maksim Gorki, Bernardo Bertolucci, Richard Nixon, Alfred Hitchcock gibi isimlerse yolu bu otele düşen tanınmış simalardan yalnızca birkaçı...

Terazije kadar gelmişken tam Otel Moskova'nın karşısında bir mekandan söz edebilirim: Community By Kasina. Bu şehri en esrarengiz kılan şey hangi binada ne var hiç anlaşılamaması. Terazije'de Kasina'nın önünden defalarca geçtik ve hep içerisi hakkında soru işaretleriyle dolduk. Neticede tabi ki dayanamayarak girdik. Akabinde ortama bayıldık, personeli sevdik ve yemekleri enfes bulduk. Simsiyah camlı, döner kapılı, oldukça büyük bir mekan. Gündüzleri kalabalık bir restoran; karanlık basınca ise gece kulübüne dönüşüyor. Yemek fiyatları makul, içki ise Belgrad'daki hemen her mekanda olduğu gibi oldukça ucuz. 
 
Kasina'nın enfes pizzası ve Cuba Libre'ler...

Aziz Sava Katedrali: Yine Terazije civarında birbirini kesen caddelere kendinizi bırakırsanız bir süre sonra görüş açınıza devasa kubbesiyle Aziz Sava Katedrali girecek. Aslında burası tam manasıyla bir katedral değil fakat büyüklüğü nedeniyle katedral olarak anılıyor. Yapının Sırpça tam adı Hram Svetog Save yani Aziz Sava Tapınağı. Aziz Sava'ya gelince kendisi zamanında bu topraklarda Ortodoks inancın kök salması için yoğun çaba sarf etmiş kutsal bir kişilik.  
Kilisenin inşaat macerası bir asrı yakalamak üzere. Doğal olarak hakkında türlü türlü efsaneler kulaktan kulağa dolaşıyor. Her kilisede yaptığımız gibi Aziz Sava'da da mumlarımızla ortama ayak uyduruyoruz. İçerisi buz gibi ve ciddi inşaat faaliyeti de devam ediyor.

Şehirde adım başı kitapçı bulmak mümkün.
Büyük caddelerdeki geniş dükkanların yanında böyle tezgahlar da oldukça yaygın.

Hram Svetog Save / Aziz Sava Katedrali
Önde Aziz Sava'nın heykeli görülüyor.

Skardalija: Eğer Belgrad'daysanız ve gün geceyle kavuşmuşsa aklınıza şehrin diller destan olan gece hayatı düşebilir. Günün yorgunluğu üstümüze çöktüğünden biz pek eğlence peşinde koşmadık doğrusu. Yine de burada eğlenceden kaçmak kolay değil. Belgrad gecelerimizden birinde Belgrad'ın ünlü bohem bölgesi Skadarlija'da buluyoruz kendimizi. Burası sıra sıra restoranları, Arnavut kaldırımları, sokak sanatçılarıyla her turistin muhakkak uğradığı bir cazibe merkezi. Bir zamanlar Sırp entelektüeller, sanatçılar, yazarlar Skardalija'da bir araya gelirmiş. Bu nedenle Skardalija Paris'in Montmartre'ıyla kıyaslanır olmuş. Hatta bu kıyaslama o kadar ileri gitmiş ki iki bölge kardeş ilan edilmiş. Kardeş mahalle ya da kardeş sokak gibi bir şey olmuşlar yani... 
Akşam serinliğinde Skardalija'nın sımsıcak atmosferi içimizi ısıtıyor. Pek uğraşmadan bize önerilen Sesir Moj ismiyle maruf ve lakin ismini bir türlü doğru telaffuz edemediğimiz restoranı buluyoruz. Restoran dediğime bakmayın Skardalija'daki gibi geleneksel yemekler sunan, canlı müzik yapılan ve alkol tüketilen mekanlara eski Yugoslav ülkelerinde "kafana / kavana" deniyor. Sesir Moj'da iğne atsan yere düşmez bir kalabalıkla karşılaşıyoruz. Şapkalı garsonlar sağa sola koşturup duruyor. Dramatik filmlerde rastlanabilecek türden müzisyenler, kimilerine pek aşina olduğumuz Balkan ezgilerine hayat veriyor. Biraz inceleyince ortamın genel olarak bir film setine benzediğini düşünüyoruz. Turistler de olmasa çevremizde takvimin çok gerisinde olmadığımızın hiçbir kanıtı yok gibi...   

  Sesir Moj'un müzisyenleri...
Müzisyenler de çalışan herkes gibi şapka takıyor.
 Baştan hiçbir anlam veremesek de yan masada oturan bir Sırp beyefendiden edindiğimiz bilgi bizi aydınlatıyor: Sesir Moj Sırpça "şapkam" anlamına geliyormuş.  

Adı Belgrad olup, Sezir Moj dışında Belgrad'da bulamadığımız enfes bira...

Sesir Moj'da Sırp mutfağının bildik lezzetlerinin peşine düşüyoruz. Yerel biralar arasından seçim yapıp, pleskavitsa ve kocaman köftelerden oluşan Cevapcic sipariş ediyoruz. Sırp mutfağına tepeden inişimizi taçlandırarak adı Sırp salatası olan salatayı da siparişlerimize ekliyoruz. Cevapcic ve pleskavitsa beklediğimizden çok daha büyük porsiyonlarla geliyor; bitiremiyoruz. Çorba kasesi kadar minik bir kapta gelen salata ise salatalık, domates, soğan üçlüsünden oluşan gayet tanıdık bir formda önümüze konuyor. Yan masamızda eşiyle yemeğe gelen Sırp beyefendi fotoğraflarımızı çekmek için gönüllü oluyor. Deri ceketi ve şapkasıyla Tito'nun çağdaşı gibi görünen Sırp komşumuzu kırmayıp, objektife gülümsüyoruz. Akabinde kendisiyle Balkan mutfağının detayları konusunda eğlenceli bir sohbete girişiyoruz.

Önde Cvapcic, arkada pleskavitsa; ortada Sırp salatası...
Fotoğrafa bakıp aldanmayın bu köfteler oldukça büyük...
Tamamını bitiremediğimiz için yan masadan gelen "tatlı yiyin mutlaka" önerilerine uyum sağlayamadık...

  Nikola Tesla: Sırbistan'daysanız kesinlikle gözünüzden kaçmayacak bir ayrıntıya geldi sıra: Nikola Tesla. Herkesin bildiği gibi dünyanın görüp görebileceği en büyük dahilerden olan Tesla bir Sırp. Lakin kendisinin doğduğu yerden dolayı Hırvat, yaşamının büyük bölümünü geçirdiği yer olması sebebiyle de Amerikalı sanılması Sırplar'ı çok kızdırıyor. Eğer bir Sırpla muhabbet ediyorsanız konu nasıl oluyorsa mutlaka Tesla'ya geliyor. Zaten Belgrad'da indiğiniz havaalanı bile kendisinin adıyla anılıyor. Paraların üzerinde Nikola Tesla var; okullara adı verilmiş...Yer gök Nikola Tesla'yken bir de kendisinin kişisel eşyaları ve hayat verdiği bilimsel buluşları gözlemleyebileceğiniz bir de müzesi bulunuyor.  


Nikola Tesla Müzesi

Müze iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Tesla'nın kişisel eşyalarından bir kuple sergileniyor ve Tesla'nın hayatını anlatan bir video ziyaretçilere sunuluyor. Müzenin ikinci kısmı mucidin icatlarından örnekleri keşfetmeye yönelik olarak hazırlanmış. Rehber eşliğinde o icat senin bu maket benim dolaşıyorsunuz.   Hatta yeri geliyor yüksek frekanslı elektriği çatır çutur size enjekte ediyorlar ve ölmüyorsunuz! Böyle ilginç bir yer Tesla Müzesi...
Yine de bu kadar heyecan verici bir şahsiyet için müzeyi biraz sade ve küçük buluyoruz. 




Kablosuz elektrik aktarımıyla 100000 voltu size gönderiyorlar...
Ve elinizdeki florasanı yakıyorsunuz.  Evet bunu size gönderdikleri elektrikle yapıyorlar... 

Bu arada Tesla'nın yalnızca eşyaları ve icatları değil kendisi de bu müzede! Nikola Tesla'nın fani bedeninin külleri bu küçük müzede muhafaza ediliyor. Her ne kadar hükumetin külleri Aziz Sava Katedrali'nin önünde bir alana taşıma planları varsa da halk şiddetle bu fikre karşı çıkıyor.

1881 yılında inşa edilen Eski Kraliyet Sarayı
Kralja Milana Caddesi

Ulusal Müze: Konu müzelere gelmişken Sırbistan Ulusal Müzesi'nden bahsetmemek olmaz. Trg Republike'de (Cumhuriyet Meydanı) bulunan Ulusal Müze, Sırbistan'ın ilk ve en büyük müzesi olma özelliğini taşıyor. Yapı Neoklasik mimarinin anıtsal çizgilerini ve eklektik mimarinin serbest yaklaşımlarının özenli birlikteliğini yansıtıyor. Müze koleksiyonu Paleolitik Çağ'dan günümüze kadar uzanan örneklerle dolu. Bina uzunca bir süredir restorasyonda ama içinde bazı salonlar bakım ve restorasyon durumuna göre açılıyor. Bizim şansımıza Afrika sanatları bölümü ve Rubens, Chagall, Picasso gibi ustaların sergilendiği bölüm açıktı. Binlerce eserin arasından bu kadarcığıyla karşılaşınca yaşadığımız burukluğu müzenin Mondrian ve takipçileri üzerine hazırladığı güncel sergiyle atıveriyoruz. Restorasyon sebebiyle Ulusal Müze serüvenimiz umduğumuzdan çabuk bitiyor. Yeniden buram buram kahve kokan sokaklara vuruyoruz kendimizi...

Piet Mondrian / Kompozisyon II /1929

Belgrad seyahatinin detaylarını Borajet Magazine için daha önce yazmıştım. 
Açılış fotoğrafında görülen Zemun gelecek yazının konusu olacak. 

Veda Busesi:

Kış renklerini giyinmiş Belgrad'ı keşfetmeye çalıştık. Bizim için perdeye yansıyan, eski bir Sovyet filminin atmosferinde yaşamak gibiydi. Yakışıklı, centilmen adamların ve sanki sırf onlarla tezat oluştursun diye yaratılmış soğuk ve pek konuşkan olmayan kadınların şehri. Şimdi biraz da bizim şehrimiz oldu...Kalbimizi kazanan Beyaz Şehir...
Fakat bu yazı ne kadar uzun olsa da Belgrad'a yetmedi. Gelecek yazıda Belgrad'ın farklı yüzü Zemun'dan bahsedeceğim, Tuna kıyısına ineceğim...
Demem o ki bitmedi, bitemez, devamı var...

Seyahatin devam yazısı için Zemun: Belgrad'ın Karşı Kıyısı başlığına tıklamanız yeterli.