14 Eylül 2015 Pazartesi

Fantastik bir düşün izinde: Kapadokya

Şayet bir gizemler atlasımız olsa ve dünyanın en gizemli coğrafyasını keşfe çıksak...Az gitsek uz gitsek ve yine Anadolu'nun ortasına düşsek. Renksiz, sade, düzen ve karmaşanın katışıksız uyumu bir gökyüzünün altında toplanmış olsa. En tanıdık anlatımıyla "Persler buraya Kapadokya yani güzel atlar ülkesi" demişler desek ve bu ifade bu kenti anlatmaya hep yetersiz kalsa. 
Dünyayı Kurtaran Adam dünyayı burada kurtarsa,  hatta burası Sevimli Frankenstain ve aşk kurbanı Medea için bile bildik bir rotaysa...İşte bende yine yollara düşmüşsem ve aklımın bütün köşeleri bu düşüncelere zapt olmuşsa...

Üç güzeller ve ben...

Dört arkadaş ilk defa göreceğimiz kadim kente doğru yola çıkıyoruz. İlkokuldan itibaren adım adım zihnimize kodlanmış bilgiler ve görüntüler yol boyu sohbetimizin konusunu oluşturuyor. Bir de üzerine grubumuzun tamamı sanat eğitimi aldığından Nevşehir'in bu harikulade bölgesi için ansiklopedik bilgi eksiğimiz yok ama yaşayarak öğrenmek için pek hevesliyiz. 

Danimarka'da bu ay yayın hayatına başlayan bir aylık haber gazetesi var: Kuzey. Kapadokya seyahatinin detaylarını ilk olarak bu taptaze gazete için yazdım.

Sabahın erken bir saatinde uçakla Kayseri'ye iniyoruz. Pilot havanın umduğumuzdan çok soğuk olduğunu inişin hemen öncesinde anons ettiği için güneşin bizi kucaklamasına hemen karşılık veriyoruz. Ne de olsa bu yolculuk olduğunda sonbahardayız yaz bizi terk etmiş, mevsim kışa döndü dönecek...Neyse ki güneş bizi teselli ediyor biz onu küstürmeme çabasındayız. 

Ürgüp

60 milyon yıl önce develer dünyada yok, berberlik diye bir mesleğin ortaya çıkması gayet muamma iken başlamış bu eşsiz dünyanın hikayesi.  Anadolu'da tam bu zamanlarda Hasan Dağı, Güllüdağ ve Erciyes'in lavlarıyla yer gök kavrulmuş. Sonra devreye yağmurlar ve rüzgarlar girmiş. Volkanik birikintilerin öyle ulu orta durmasına pek içerlemiş olacaklar ki milyonlarca yıl boyunca bu coğrafyayı biçimlendirip durmuşlar. 
Doğa üstüne düşen görevleri yapmaya devam ederken insanlar yerleşmeye başlar bölgeye. Tarih zincirinde Hititler'e, Asurlular'a, Frigler'e mesken olur bu topraklar. Ve nihayetinde Hıristiyanlık tarih sahnesine çıkınca Kapadokya İsa'nın öğretilerine inanlarla dolup taşar. Burası yeni dinden hiç hazzatemeyen Roma İmparatorluğu'ndan kaçan Hıristiyanlar için tam bir sığınağa dönüşür. Peribacalarından dönüştürülen evlere, kiliseler, manastırlar eklenir.  


Dervent Vadisi ya da Perili Vadi

Dervent Vadisi
Arkada deveye benzetilen ve bu benzeyiş nedeniyle pek şöhretli olan peribacası görülüyor.

Ve dünya dönmeye devam ederken, bu yeryüzü parçasının bir benzerinin daha olmadığı anlaşılır. Hiç şüphesiz ufku uçsuz bucaksız kuşatan bu peribacalarına ilk peribacası diyenin bir bildiği vardır. Neticede bu kadar ismiyle müsemma kaç coğrafi terim bulabilirsiniz ki? 
İşte 20. yüzyılda, yedinci sanatın dahi çocuğu, İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini (1922-1975) de tam böyle düşünür;  1969'un Temmuz'un da dünyaca ünlü soprano Maria Callas'ı tutar kolundan getirir Göreme'ye.
Euripides'in Medea adlı trajedisini filme almak için seti kurarlar peribacalarının göğsüne. Göreme'de heyecanlı günler başlar böylece; Callas ilk kez beyaz perde de görülecektir, Türk basını Callas'ı ilk kez görecektir,  halk dünyaca ünlü yıldızlarla aynı filmde gözükecektir,...

Göreme'de Pier Paolo Pasolini ve Maria Callas...

24 Mayıs 1969 tarihli Milliyet gazetesi haberi

Haber başlığı Callas'ın sinema dünyasına girişini sevinçle karşılasa da Medea,
Maria Callas'ın ilk ve son filmi olur. Muhtemelen Medea'da oynamayı kabul etmesinde Pasolini'yle yakın dostluğunun etkisi su götürmez... 

Bu arada Pasolini'ye de mikrofonlar uzatılır, Kapadokya tercihi sorgulanır. Pasolini: Yeryüzünde mitolojik bir köy görüntüsünü yansıtabilecek daha fantastik bir yere rastlamadım, diye cevaplar. Yani bire bir bu kelimelerle olmasa da bu anlama gelecek bir açıklama yapar. Film çok ses getirmese de Kapadokya, Callas'ın popülaritesi ve Pasolini'nin sansasyonel kişiliği  sayesinde Avrupa'da ciddi merak uyandıran bir yer haline gelir. 

Medea'dan bir sahne...
Film çekimleri sırasında yöre halkı da filmde 
efsanevi dünyanın insanlarını canlandırmış.

Filmin Afişi
Göreme'den güneşli ve çok kalabalık bir gün
Göreme
Göreme'de kilise kuyruğu...
Medea'nın figürasyonu kadar kalabalık bir ortamdayız...
Göreme ve Kapadokya Milli Parkı 6 Aralık 1985 'ten bu yana
 UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. 


Açıkçası Göreme'ye vardığımızda Pasolini'nin burayı gördüğü kadar sakin bir ortam bulmak isterdim. Fakat seçtiğimiz tarihten olsa gerek metrekareye düşen insan sayısı tahminimden çok daha fazlaydı. Yine de ortamın cazibesine o kadar çabuk kapıldık ki geri kalan her şeye kayıtsız kalmaktan başka çare yoktu.
Göreme'de tabiatın eliyle insan üretimi sınırsız bir uyumu adımlıyor, izliyor ve dokunmak istiyorsunuz. Asırlar önce buraya sığınan Hıristiyanlar'ın inançla yarattığı bir kainatın izini sürüyorsunuz. Yeni inanç dilinin sesleri her yerden kulağınıza çalınıyor. Etrafta tanıdık bir tabela görüyorum Tokalı Kilise, Yılanlı Kilise, Karanlık Kilise yazıyor mesela. Çoğu resim programına, mimarisine aşina olduğum, liseden bu yana eğitim sürecimde hep benimle olan yerler. Birkaçına görme fırsatımız oluyor. Küçük grubuma resim programına dair minik bilgiler aktarırken başka gruplardan bize katılanlarla büyük bir gruba devşiriliyoruz. Mahşeri kalabalık nedeniyle duvar resimlerini jet hızıyla söyleyip geçmek zorunda kalıyorum. Güvenlikten sorumlu amcalar çok kızıyor bir resmin önünde 2-3 dakika takılmaya...Bu şekilde gezmenin bize bir yararı olmayacağından kilise ziyaretlerimize son veriyoruz. Nasıl olsa Göreme'de yer gök müze...




Göreme'den ayrılıp Kapadokya'nın zirvesi Uçhisar Kalesi'ne doğru yola düşüyoruz. Yol boyu peribacaları eşliğinde Yeşilçam'ın kült filmlerinden Dünyayı Kurtaran Adam'ın, dünyayı Ürgüp'ün neresinde kurtarmış olabileceği üzerine fikir yürütüyoruz.  2300 tarihinde uzayda geçen film için yönetmen Çetin İnanç ve senarist Cüneyt Arkın Ürgüp'ü set olarak seçmiş; fantastik bir uzay atmosferi yaratmak istemişler. Eleştirmenler Ürgüp ve uzay fikrini çok saçma bulsa da Çetin İnanç'ın konuyu savunma şekli Pasolini'nin fikriyle oldukça benzerlik gösteriyor:

 "Bir hayal kurduk, uzayı yansıtabilecek alışılmışın dışında bir yer aradık
Şimdi adamlar haklı. Dünya üzerinde, uzayda geçen film yapıyorsan, elinde efekt yapma imkanı da yoksa Kapadokya'dan daha iyi bir seçim yapılamazdı gibi geliyor bana.



Bu filmin de nerede çekildiğini merak ediyorum. 
Ama Kapadokya'da Kış Uykusu'nun bile nerede geçtiğini bilene rastlamadım.



Uçhisar Kalesi
1950'lere kadar Uçhisar Kalesi'nde insan yaşamı devam etmiş. 

Uçhisar Kalesi'ne ulaştığımızda etraf yine kalabalık.  Çevresi cıvıl cıvıl hediyelik eşya dükkanları ve kuru yemiş tezgahlarıyla dolu.
Uçhisar bildik kalelerden değil Kapadokya'ya özgü bir kale. Kocaman bir kaya ve içine oyulmuş onlarca odacıkla korku filmlerindeki yamru yumru şatolara benzeyen bir yer. Hakkında o kadar çok rivayet var ki sayfalara sığmaz.  Zirvesine tırmanmayı göze alırsanız manzaranın hakimi olmanızı garantileyen bir rota. 


 Uçhisar manzarasının bir bölümü...

 Uçhisar 'ın önünden kuru yemişçi manzaraları...
Kuru yemişler çok meşhurmuş burada, özellikle çekirdek!
Fakat bu çok sevimsiz görüntülere neden oluyor; yerli turistler ellerinde çekirdek hiç durmadan çitleme halinde. Ören yeriydi, araçtı, otel bahçesiydi hiç fark etmiyor. 
Arkalarında bıraktıkları manzara hiç umurlarında değil tabi...


Paşabağ Vadisi

Yeni güne Paşabağ Vadisi'nde başlıyoruz. Pamuk şeker gibi bulutlu bir göğün altında, mantara benzeyen peribacalarının arasında yürüyoruz. Rüya gibi bir şey bu, peribacalarının dibinde geziniyoruz. Mantar evlerinin devasa büyüklüğüne tezat oluşturan şirinler gibiyiz. 

Paşabağ Vadisi halk arasında Rahipler Vadisi olarak isimlendirilmiş. Buradaki peribacaları dünyevi hayatın nimetlerinden elini eteğini çekmek isteyen Hıristiyan din adamlarına sığınak olmuş. Doğrusu münzevi bir yaşam sürmek için buradan daha harikulade bir yer düşünemiyorum.  


 Paşabağ Vadisi

Paşabağ Vadisi de peribacalarının kuytularında gizlenmiş şapellere, yaşam alanlarına sahip. Gözlerden ırak kılınmış hayatların mahremiyetinin tozuna bulanıyoruz. Envai çeşit milletin insanları olarak hipnotize olmuş vaziyette oradan oraya sürükleniyoruz. 


Paşabağ Vadisi'nde kırmızılı kadın olarak takılıyorum...


Neso'nun kolajıyla Paşabağ Vadisi... 
Pınar, Başak, Nesibe, Aslı ve develer...



Paşabağ'ın genç Peribacaları...
Zamanı geldiğinde bu beraberlik bozulacak ve bu fotoğraftaki görüntü yerini ayrı ayrı şapkalı peribacalarına bırakacak...

Paşabağ Vadisi'ni köşe bucak ezberleyip Kapadokya'nın en eski yerleşim yeri Zelve Vadisi'ne geçiyoruz. Zelve Hıristiyanlığın bölgede ilk kök saldığı yer. Kendimizi engebelere, tünellere, kiliselere, manastırlara teslim etmeden; uçurum kenarlarında yüreğimiz hoplamadan önce Zelve'nin girişindeki müze mağazasına kitleniyoruz.


   Zelve Örenyeri'nin müze mağazası çalışanlarını,
 en güler yüzlü müze mağazası çalışanları ilan ettim, gitti!

Elimizden geldiğince çarçabuk rafları inceliyoruz. Beğendiklerimizi çok düşünmeden alıp Zelve'ye tırmanmaya başlıyoruz. Zelve Örenyeri üç vadiden meydana geliyor ve peribacalarının en yoğun olduğu yer olarak dikkat çekiyor. Göz alabildiğine uzanan bir ormana karışıyoruz; bir peribacası ormanı... Her taraf sürprizlerle dolu, yokuşlar, tüneller, merdivenlerle sanki yeryüzü kör düğüm olmuş gibi...


Zelve Vadisi

 1952'ye kadar Zelve Vadisi'nde yaşam normal akışında devam ediyormuş; bahsi geçen tarihten sonra köy bu vadiye oldukça yakın bir yere taşınmış. Yakın zamana kadar insan yaşamının sürmesi şimdi bulunduğumuz noktadan bakınca inanılmaz görünüyor.



Zelve'de karşınıza her an bir kilise, bir manastır, bir değirmen ve hatta bir cami çıkabilir...

 Zelve'de dolaşırken güneşin bu şehre nasıl hayat verdiğine şahit oluyorsunuz. Gün ışığının enerjisiyle Peribacaları yaşayan birer varlıkmış gibi geliyor bana. Deniz olmayan bir coğrafyada güneşin bu denli harikalar yaratması karşısında hayranlık duyuyorum. 

Zelve Vadisi

Zelve Vadisi

İnsanın bütün gün keyifle dolaşabileceği bir parkurdayız. Ama bir o kadar da yorucu...Hele ki sıcakta yürüyorsanız ciddi zorlanabilirsiniz. Bu nedenle her mahzen, her kilise gölgesine sokulmuş turistcikler görüyoruz. Vadi'nin yüksek noktalarından birinden saçma sapan boşluğa bağırma hissine kapılıyorum. Tarif edilemez bir rahatlık çöküyor herkesin üstüne. Bıraksalar bir peribacasının dibine kıvrılacağız kediler gibi... 



Zelve Vadisi

Zelve'yi geride bırakma zamanı gelip çattığında çaresiz aracımıza biniyoruz. Sözlerini tam anlayamadığımız yabancı bir şarkının dilimize dolanması gibi Zelve Vadisi dilimizden düşmüyor. Yeni durağımız tam bir turistik atraksiyon. Avanos'un ünlü seramik atölyelerinden birine uğruyoruz. Buradan annemize seramik bir kolye seçiyoruz kardeşimle. İstanbul'a döndüğümüzde annem armağanımızı gerçekten beğeniyor. 


Çavuşin Seramik'te çalışkan eller  

Otelimize doğru yol alırken gün batımında peribacalarını izleyeceğimiz noktalardan biri olan Güvercinlik Vadisi'nde mola veriyoruz. Tanıdık bir manzarayı yorgun bakışlarımızla seyrediyoruz. Uzakta gün batımı balonları bize göz kırpıyor. 



Güvercinlik Vadisi

Güvercinlik Vadisi


Gün sabaha kavuştuğunda biz de kendimizi yine manzaralı tepelere atıyoruz. Ardından pusulamızın işaret ettiği Derinkuyu Yeraltı Şehri'ne doğru yola koyuluyoruz.  Bin yıllar süren yağmalardan, saldırılardan korunmak için buraya yerleşen uygarlıklar kentin üstü gibi altını da inşa etmek zorunda kalmış. Bu nedenle kentin altında neredeyse 200’e yakın yeraltı şehri bulunuyor. 
 8 katlı düzenlemesiyle Derinkuyu seyahat tutkunlarının en çok ziyaret ettiği yeraltı şehri. Kiliseleri, mahzenleri, yemekhaneleri ve mezar odalarıyla vakti zamanında binlerce kişiye mesken olan Derinkuyu gerçek bir mimarlık harikası olarak kabul ediliyor.

Üzümlü Kilise / Aziz Theodoros Trion Kilisesi


Derinkuyu Yeraltı Şehri'nden çıkar çıkmaz az ötede yükselen kiliseye doğru koşuyorum. Kapısına kilit vurulmuş yapıya yörede Üzümlü Kilise deniyor gerçek adı Aziz Theodoros Trion Kilisesi. Kapısının üzerinde bir delik açılmış; bakışlarım kilisenin içini kavrıyor. Kilisenin içinden mükemmel işçilikle yapılmış duvar resimleri ve mimari plastik gözlerimi dolduruyor. Bir süre sonra kapıyı açmak için var gücümle ittiğimi fark ediyorum...


Üzümlü Kilise / Aziz Theodoros Trion Kilisesi
 Kilise 19. yüzyılda Ayastefanos Antlaşması gereğince savaş tazminatı olarak Osmanlı İmparatorluğu tarafından inşa ettirilmiş. 

Üzümlü Kilise'nin kapalı olmasına çok içerleyerek Narlıkuyu Krater Gölü'ne gitmek üzere araca biniyorum. Esasen Ihlara Vadisi yolundayız ama Narlıkuyu Krater Gölü hemen yol üzerinde...

2500 metrekare gibi koskocaman bir alanı kapsayan bir göldeyiz, 70 metre derinliği olduğunu duyduğumda şaşkınlığım daha da artıyor. 


Narlıkuyu Krater Gölü

Sıcak su kaynaklarıyla beslenen ve mineralce zengin Narlıkuyu'da herhangi bir tesis bulunmadığından herkes fotoğraf çekme telaşına düşüyor. Doğa burayı yeterince süslemiş ama insan emeğine de ihtiyacı olan bir rota. Biraz ağaçlandırma, biraz peyzaj, en azından bir küçük kahve olsa, daha hayat dolu bir yer olsa...


Ihlara Vadisi

Narlıkuyu'daki kısa molamızın ardından Ihlara Vadisi'yle tanışıyoruz. Melendiz Çayı'yla yarılmış 14 km boyunca uzanan, 100'den fazla kiliseye sahip bir yer Ihlara. Önce tepeden güzelliğine bakıyorsunuz sonra içinde kayboluyorsunuz.

Nice nice hayatlar öncesinde burası da Hıristiyan din adamlarına esrarengiz korunaklar sunmuş, inancın yaşam biçimine dönüşmesine yataklık etmiş Ihlara. Şimdilerde gezgin solukların heyecanla yürüdükleri Melendiz kıyısında, bir zamanlar dünyevi hırslarından arınmış bir sürü din adamının dolaştığını hayal etmek hiç de zor değil.   


Melendiz Çayı / Ihlara Vadisi

Bir zamanlar "Peristemma" adıyla anılan Ihlara Vadisi.



Melendiz Kıyısı'nda, Vadi'nin ortasında bir çay molası veriyoruz. Kilometrelerce yürüyüşün ardından çay ilaç gibi geliyor. Bu arada akşam yemeği için plan yapıyoruz.  Eğer bizim gibi kalabalık bir dönem tercih ettiyseniz akşam yemeği için mutlaka gözünüze kestirdiğiniz restorandan yer ayırtın. Yeri gelmişken yemek meselesinde bu bölgede harikalar yaratan bir yere ben rastlamadım. Tavsiye üzerine gittiğimiz restoranlar da dahil olmak üzere hep ortalama yemekler yedik.


Sofralara gelen en iyi şey Turasan'ın şaraplarıydı.
Ürgüp'te Tevfik Fikret Caddesi'nde hem mahzeni gezip hem de satın alabilirsiniz.



Nesibe, Başak, Aslı ve Pınar
Güzellerle dolu gezi grubumdan bu yazının son fotoğrafı.


Ihlara bu seyahatin son büyük keşif alanı oluyor. Artık vadileri, düzlükleri,peribacalarını geride bırakma zamanı...Valizlere anıları doldurma zamanı...Bir gün geri döneceğiz Kapadokya bekle bizi...


 Veda Busesi

Anlatılması güç, tarifi muamma bir kentin fısıltılarını dinledim. Biraz düş, biraz güneşte gezindim. Neticede bütün film kahramanlarıma hak verdim. Bilinen dünyaya dönme vakti geldi... 
Yıl 2015, mevsim Sonbahar, günlerden Pazartesi...    

  

1 Eylül 2015 Salı

Vazgeçilemeyen Akdenizli : Antalya

Yaz tutkulu bir aşık gibi bütün hücrelerimize işledi. Şu sıralar güneşin gaddarlığıyla ilişki durumumuz oldukça "karışık". Açıkça itiraf etmesek de gönlümüz hep sıcak denizlere inme telaşında. Güneşin altında kavrulan rengarenk şemsiyeli kumsalları, kuytularda sürprizli koyları, Romalı bir generalin agorasında yürüdüğü antik şehirleri, doğanın kendiliğinden yarattığı mucizeleri bir arada bulmak peşindeyiz. Bu durumda rotamız ille de Akdeniz yönümüz kesinlikle o yakışıklı Bergama Kralı'nın kurduğu benzersiz şehir. 
İşte ben bu yazıda yine Antalya'dayım...Karlı doruklardan inerek şehri keşfetmeye devam ediyorum...


Borajet Magazine için ikinci defa Antalya'yı yazma görevini üstlenmiş durumdayım. Keyifli bir Mayıs sabahı Borajet'le Antalya yolculuğum başlıyor. Uçağımız bulutların içinden geçerek Antalya'ya ulaşıyor. Bulutlara bayılırım o nedenle uçuşumuzu çok fantastik buluyorum. Bu bir bakıma hayra yorulası bir alamet, gökyüzü diyor ki "bu daha başlangıç daha neler göreceksin ". Böyle bir havada ve böyle bir kafada mis gibi bir Antalya'ya iniyorum...  
























Merkezi noktalara yürüme mesafesinde bulunan Best Western Plus Khan Hotel'e yerleşiyorum. Dakikalar içinde Kaleiçi'ne ve Akdeniz'e tepeden bakan bir odaya sahip oluyorum. Perdeleri ve balkon kapısını sonuna kadar açıyorum oda benim manzara zaten benim. Gözüm bu şehre doymayınca manzaranın içine karışmak şart oluyor. Kendimi surlarla çevrili antik limana, tarihin derinliklerinden fırlayıp gelen sokaklara bırakmak üzere harekete geçiyorum.



Kaleiçi ve Akdeniz

 Cumbalar, kafesli pencereler, geniş avlular, taş duvarlar arasında daracık sokaklarla çevrili bir dünyadayım. İlk uğrak yerim firuze renkli çinileri, kırmızı tuğlalarıyla Antalya'nın simgesi haline gelen Yivli Minare Camii oluyor. Yivli Minare 38 m yüksekliğiyle Kaleiçi silüetinde 13. yüzyıldan bu yana varlığını sürdürüyor. Tam yerine gelmişken Yivli Minare Külliyesi'nin bir parçası olan medreseye de uğruyorum. Gıyaseddin Keyhüsrev adına yapılan ve taç kapısından plan özelliklerine kadar tipik bir Selçuklu yapısı olan medrese  günümüzde hediyelik eşya dükkanlarına ev sahipliği yapıyor.


Yivli Minare'li Kaleiçi manzarası

Gıyaseddin Keyhüsrev Medresesi'nden porselen biblo ordusu

Kendi kendime mır mır mırıldandığım envai çeşit şarkıyla sokaklarda yürüyorum. Zamanı geçirmeyen giysiler giymişim gibi saatle göz temasımı kesiyorum. Taş yapılarda, ahşap kirişlerde, sokak köşelerinde bakışlarımdan kocaman parçalar kalıyor. Bir vakitler kalabalık ailelerin yaşadığı bu açık avlulu konaklar şimdilerde  restoran, otel, kafe gibi işletmelere dönüşmüş durumda. Bu iyi bir şey mi yoksa uzun vadede sorunlu bir şey mi bu ayrı bir yazı konusu...



Kaleiçi'nden sokaklar

Kaleiçi

Kaleiçi'nden rengarenk yemeniler...


İlerleyişime Karaalioğlu Parkı'nda devam ediyorum. Parkta Bülent Ecevit'in yazdığı bir şiirin yazılı olduğu bir alan var ve bu nedenle halk arasında buraya Karaoğlan Parkı da deniyor. Karaoğlan isminin bu parka ne kadar da yakıştığını düşünmeden edemiyorum.
Bu arada Hıdırlık Kulesi'nin eteklerinde buluyorum kendimi. Eski şehir surlarının bir parçası olan bu kule günümüzde ziyarete kapalı. 2. yüzyılda inşa edilen kulenin etrafında gelinler, damatlar, aşıklar pervane oluyor. Bir masal şatosunun küçük modeli gibi görünen kule, romantik fotoğrafların vazgeçilmez fonu olmuş gibi.


Hıdırlık Kulesi

Karaalioğlu Parkı 70 bin metrekare alan üzerine II. Dünya Savaşı'nın yarattığı ekonomik kriz ortamında dönemin valisi Haşim İşcan tarafından tarafından yaptırılmış. Parkta onlarca bitki ve ağaç türünün yanı sıra değişik dönemlerde peyzaja katılmış ünlü heykeltraşların heykelleri de karşınıza çıkıyor. 



İşte parkın aşıklar için olan noktalarından biri daha...
Manzaraya sırtını dönmüş bu güzel adam Don Kişot. 
Cahvar Göktaş imzalı bu heykel 1999 yılında gerçekleştirilen 3. Taş Heykel Sempozyumu sırasında yapılmış. 
Tam yerini bulmuş bir Don Kişot, tam hayalimdeki Don Kişot olarak kalbimi zapt etti kendileri...


Mehmet Aksoy'un elinden çıkma İşçi ve Oğlu isimli heykel.
1975 yılında yapılan heykelin, yapım aşamasında başına türlü türlü iş geldiğinden Mehmet Aksoy çareyi heykeli demir tozundan yapmakta bulmuş.
Amaç tabi ki işçi ve oğlunu saldırılara karşı sağlam hale getirmek.



























 Kesik Minare'nin uzaktan eşlik ettiği sokaklar... 

Günlerden Cuma, ortam mütemadiyen kalabalık. Parkın bağrından yavaş yavaş uzaklaşıyorum.  Etrafa dalmışken bu güzel şehrin simgelerinden Kesik Minare namıyla maruf Korkut Camii'yle rastlaşıyoruz. Binleri devirmiş yıllar önce Akdenizli tanrılardan biri adına yapılmış bir tapınağın kalıntılarıyla başlamış Kesik Minare'nin hikayesi. Hıristiyanlıkla beraber 5. yüzyılda üzerine bir bazilika kondurulmuş. Gel zaman git zaman Selçuklular tarih sahnesine çıkınca burası da camiye çevrilmiş. 1502'de II. Bayezid'in şehzadesi Korkut merkezi Antalya olan Teke Sancakbeylği'ne sürgün edilince yapı baştan sona elden geçirilmiş ve bir de minare eklenmiş. Caminin adının Korkut olmasının nedeni de Şehzade Korkut. 19. yüzyılda Kaleiçi'nde çıkan bir yangınla caminin bütün ahşap aksamı gibi minarenin ahşap bölümleri de tutuşmuş. İşte gün bugündür de Korkut'un Camii olmuş Kesik Minare.  


Kesik Minare Camii

Kesik Minare Camii bugün harap durumda, kapısında kilit var. Restore edileceği rivayetleri son üç yıldır ayyukta olsa da şimdilik sadece duvarlarına dokunmak mümkün oluyor.
Bütün bu zaman içinde yorulduğumu fark edip daha önceden listeme aldığım Çay Tea's Lunchroom & Deco Home'u bulmak için harekete geçiyorum. Biraz soruşturmayla çok yakınlarda olduğumu fark ediyorum.



Çay Tea's Lunchroom & Deco Home

Çay Tea's Lunchroom & Deco Home rengarenk harika bir mekan. Daha görür görmez içinizi ısıtan bir yer. Hele sahibesi Nancy Hanım ve çalışanlarla tanışınca gezginlerin burayı neden bu kadar çok sevdiklerini kesinlikle anlamış bulunuyorum. Nancy Hanım 10 yılı aşkın süredir Antalya'da yaşayan bir Hollandalı. Müthiş tatlı, esprili ve güzel bir kadın. Beni önüne katıp bir hayali nasıl gerçekleştirdiğini keyifle anlatıyor.



Çay Tea's Lunchroom & Deco Home

Binanın hikayesi çok tanıdık. Ev, Kaleiçi'nin yıllarca harap kalmış sayısız yapısından biriyken Nancy Hanım ve ortağı buraya el atıyor. Bin bir emek sonunda, her odası ayrı konseptte tasarlanmış, Kaleiçi'ne bence en çok yakışan mekan ortaya çıkıyor. 

Çay Tea's Lunchroom & Deco Home


Çay Tea's Lunchroom & Deco Home

Çay Tea's Lunchroom & Deco Home

Çay Tea's Lunchroom & Deco Home


Çay Tea's Lunchroom & Deco Home

Klasik bir beş çayı deneyimi yaşamak, mis gibi kahvaltılarla güne başlamak, sevgiliyle romantik akşam yemekleri, kızlarla kalabalık toplantılar kısacası burada günün her öğününün tadını çıkarmak mümkün. Çay Tea's'de her şey hem de her şey düşünülmüş. Ben de bu sıcak günde serin bir seçenek olarak meyve salatası rica ediyorum. Meyve içinde sunulan meyvelerin sadece renkleri bile beni mutlu etmeye yetiyor. Sonra gördüğüm en güzel çay ikramlarından biriyle Çay Tea's 'ten kocaman bir gülümseyişle ayrılıyorum. 



Çay-Tea's 'ten meyve içinde meyve salatası ve şirin mi şirin sunumuyla çay...
Özenli ve lezzetli...

Gün ışığı bulutlar sayesinde bana pek kendini göstermediğinden akşamın alacası bu güzel şehri çabucak teslim alıyor. Yine de Konyaaltı'na şöyle uzaktan da olsa bakmak için Varyant'a doğru süzülüyorum. Maviye boyanmış dağlar ve upuzun sahil bana dünyanın en harikulade resmini sunuyor.


Varyant'tan Konyaaltı...

Ertesi sabah güne Lara taraflarından başlıyorum. Hava biraz çisildeyerek kalbimi kırıyor. Ne olur sanki birazcık da güneş olsa diye kendi kendime söyleniyorum. Düden Park'a doğru yoldayız ama yol üzerinde durmadığımız bahçe-park kalmıyor. 


Lara civarındaki parklardan biri...
Baharın taptaze yeşilleri, mavileri her yerde...

Düden Park, şehir merkezinden çok uzak değil. Falezlerin üzerinden, yaklaşık 40 metreden Düden Şelalesi'nin çılgınca akan sularının Akdeniz'le kavuştuğu noktaya Düden Park deniyor. Burayı Kaleiçi'nden kalkan tekne turlarıyla deniz üzerinden de izlemek mümkün. Ben kara harekatına giriştiğimden turistlerin pek yanaşmak istemediği ahşap köprüye doğru ilerliyorum. Köprünün altında köpük köpük sular ve kulakları dolduran bir ses. Doğa müthiş bir güç ve heyecanlanmamak imkansız. Ahşap köprünün üzerinde kavruk bir Hintli yakalayarak günün ilk pozu için ricada bulunuyorum. Hintli havanın yağmurlu olmasından dolayı endişelerini belirtiyor ve acele acele fotoğrafımı çekiyor. Su seviyesi artarsa köprüyle aşağıya uçabileceğimize inanmış durumda. Kendisine Türk olduğumu köprü hakkında daha fazla atıp tutmaması gerektiğini uygun bir dille izah ediyorum. Ama hiç Türk'e benzemiyorsunuz diyerek arkadaki Slav ırkı insanlarını işaret ediyor. Sonra kibarca vedalaşıyoruz. Daha doğrusu kendisi son hızla köprüyü terk ediyor.



Üst kısımda şelalenin suyu, arkada Akdeniz...Tam suların döküldüğü yerdeyiz...

Hintli bir turistin gözünden Düden Park'ın ahşap köprüsünde...

 Ahşap platformun üzerinde dururken tam olarak nasıl bir yerde olduğunuzu anlayamıyorsunuz. Biraz parkın sağında solunda dolaşıyorum. Sonunda o ana tanıklık etmek için hazırlanan ve turistlerin izdiham yarattığı bölüme yöneliyorum. Tabiat nelere muktedir olduğunu bir kez daha bana hatırlatıveriyor. Makineme sarılıyorum, biraz daha güneş olmadığı için hayıflanırken yağmur inadına tepeme tepeme yağıyor. Umutsuzluğa kapılmıyorum. Gökyüzüyle inatlaşmanın bir yararı yok. Bu durumda yağmuru hayra yorup, yıllarca TRT ekranına sabitlenen şelalenin yollarına düşmeyi tercih ediyorum.





Ve işte o harika an...
Düden Akdeniz'le kavuşuyor...

Düden Park'ı geride bırakıp yaklaşık 10 km daha yol alıyoruz. Düden Şelalesi'nin önünde pek kuyruk yok. Küçük bir ücret karşılığında içeri girebiliyorum. İçerisi de beklediğim kadar kalabalık değil bunu gri gökyüzüne borçluyum muhtemelen...
Önce küçük küçük köprülerden geçiyorum, her tarafta akan sular, ördekler, ağaçlar...
Sonra yol bir yerden kıvrılıyor işte o zaman nutkum tutuluyor. Bir grup Japon turistle aynı şelaleye aşık olmuş durumdayız. Çok platonik ve çok karşılıksız duygular içindeyiz... 


 Düden'i ilk görüş ilk vuruluş....

Bu atmosfer karşısında feci bir sarhoşluk yaşıyorum. Artık yağmur yağmış, güneş açmış kimin umurunda...
Oysa burası biraz müdahale edilmiş bir şelale. 1969-1972 yılları arasında Devlet Su İşleri buraya el atmış ve doğal kaynak sularının biraz tepelerden akmasını sağlamış. Üşenmeyip bir de çevre düzenlemesi yapmışlar ortaya böyle bir yer çıkmış. Bir nevi estetikli bir güzel Düden Şelalesi. Yine de insan aşık olunca böyle şeylere takılmıyormuş burada bunu çok daha iyi anlıyorum... 


Düden'den manzaralar...

Bir vakitler Büyük İskender Anadolu'yu fethetmeye girişmişken Pamfilya yollarında atlarıyla burada mola vermiş. Artık Düden'de kaç zaman kaldıysa bu doğa harikası bir zaman İskender'in adıyla da anılmış...İskender'in Akdeniz'in deli sıcağında bu serin vahada nasıl keyif aldığını hayal edebiliyorum. Ve kendisinin gözünün neden hep Antalya'da kaldığını şu anda çözmüş durumdayım. 





Yeşiller mavilere karışmış beni de kendine karıştırmış bulunuyor. Suyun suyla temasında havaya saçılan parçacıkların yarattığı sisli puslu hava, burayı dünya dışı bir yer gibi algılamama sebep oluyor. Suya kapılıp gitmek en azından akan suyun yüzünüze çarpmasını hissetmek istiyorum. Yine de çok ileri gitmiyorum zaten yeteri kadar ıslanmış bir haldeyim. 



Şelalenin kalbine doğru akıyorum. Mağaraları görmek, Düden'in iç dünyasını ele geçirmek istiyorum. Her anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Hayat burada bu suyun, bu köpüklerin, bu zümrüt yeşili sarmaşıkların hücrelerinde saklıymış gibi...Kim bilir yüzümde nasıl bir tuhaf ifadeyle dolaşıyorum... 


Şelalenin arkasından Düden'e bakış...

 Düden'in arka tarafındaki koridorlardan geçiyorum. Suyun şiddeti insanın nefesini kesiyor. Fakat her güzel şey gibi sona geliyorum. Mağaranın arkasındaki merdivenleri tırmanıp çıkışa varıyorum. Düden'e gönlümde kocaman bir yer ayırarak veda ediyorum. 

Araya yakışıklı Attalos'u koymasam olmazdı. 
Kendisine bayıldığım önceki yazılarımdan hatırlanacaktır. 
Okumak için buraya dokunabilirsiniz.
Keşke bu meydan birazcık daha açık olsa. Attalos Antalya'nın kurucusu nihayetinde....

Ben turkuazlara hipnoz olmuşken yağmur hükümdarlığına ara vermeye karar vermiş olacak ki güneşli bir gökyüzüne serpilmiş bulutlara gülümsüyorum. Şimdi Antik dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Perge'ye gitme zamanı. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Perge, Antalya şehir merkezine en yakın Antik kent. Şehir içi toplu taşıma araçlarıyla bile kısa sürede ulaşabilirsiniz. 


Perge'ye ilk gidişim 2014 yılıydı...
Bu o zamandan bir fotoğraf...Yine bahar yine hava bulutlu...
Perge Stadyumu'nun önünde ayaklarım yerden kesilmiş...


Perge Antik Kenti
Perge,  tiyatrosu, agorası, hamamı, stadyumu, bazilikası, akropolü, çeşmeleri, zafer takları ve daha birçok yapısıyla Antik Çağ'ın refah seviyesi oldukça yüksek kentlerinden biri. Çalışmalar ilk yerleşimlerin Erken Tunç Çağı'na kadar uzandığını gösterse de kent asıl gelişimini Roma döneminde gösteriyor. Bergama'dan başlayıp güzeller güzeli Side'de son bulan antik yolun geçtiği güzergahta yer alan Perge'ye can veren en önemli unsur Kestros Nehri'nin (Aksu) varlığı olmuştur. 


Perge kazıları 1946'dan bu yana devam ediyor...



Perge'yi adımlarken zihnimdeki gölgeler yavaş yavaş kendini ortaya atıyor. Bir zamanlar bu sütunlu caddelerden şehrin koruyucusu ve baş tanrıçası Artemis'e adanmış tapınağa gidenlerin geçtiğini düşünüyorum. Pergeli büyük matematikçi Apollonius'la aynı gölgeye sığındığım fikri hoşuma gidiyor. Filozof Varus'un agorada öğrencileriyle buluşup tiyatroya gittiğini varsayıyorum. Havari Pavlus'un öğretilerini bu kaldırımlar üzerinde yaydığına kesin gözüyle bakıyorum. 
Mimarinin eşsiz dokusu beni de kaydediyor. Bu gökyüzü altında bende geçmişin gölgesi olarak Perge'de olacağım. Adım bilinmese de bir soluk, bir ses, bir koku gibi kaydedildim işte...





 Kafamın içinde olaylar gelişirken kazı devam ettiğinden bazı yerlerdeki "Girilmez"  minvalindeki yazılara pek aldırmıyorum. Yine de tedirgin olduğumu hisseden kazı çalışanları İngilizce olarak "devam edin, sorun değil" diyorlar. Ben de aynı dilde minnettarlığımı dile getiriyorum. Bu anlarda "Aslında meslektaşız kan çekti herhalde" gibi fikirlere de gark olmuyor değilim.


Mimarlık ve şehir planlaması açısından ele alındığında Perge Anadolu'daki en düzenli Roma dönemi kentlerinden biri...

Perge Stadyumu ve sağ kolda tiyatrosu...
Stadyum oldukça büyük bir alanda ancak bakıma ihtiyacı var... 

Perge stadyumu kendi haline bırakılmış bir yapı için oldukça iyi durumda, içine girip gezmek mümkün. 12000 kişi kapasiteli tiyatro uzaklardan bile görülse de şimdilik ziyarete kapalı. Bugün Antalya Müzesi'nde sergilenen sayısız Roma Dönemi heykelinin kaynağı da Perge Antik Kenti. Antalya Müzesi Perge sayesinde dünyanın en zengin Roma Çağı heykel koleksiyonuna sahip. İşte bu sebepten her sefer gözlerimi kamaştıran Antalya Müzesi'ne gitmek yine şart oluyor. Bence Antalya seyahatiniz sırasında yolunuz Perge'ye düşerse mutlaka Antalya Müzesi'ni de ziyaret listenize alın ya da müzeyi gezdiyseniz mutlaka Perge'ye uğrayın! Bütün taşlar (ki gerçek taşlar da) ahenkle yerli yerine oturacak ve pişman olmayacaksınız... 


Antalya Müzesi'nden Perge'den çıkan heykeller...
En önde Dansçı Kız 2. yüzyıl Perge üretimi...
Arkada Roma İmparatorları ...

Antalya Likya, Pamfilya ve Pisidia gibi üç önemli antik kültür bölgesini içine aldığından Antalya Müzesi cezbedici bir koleksiyona sahip. Özellikle Perge de bulunan anıtsal heykeller ve halen güncel kazılardan çıkan ünik eserlerle müzenin kültür hazinesi sürekli genişlemekte. 


Yıllar sonra yurduna dönen Yorgun Herakles de Perge buluntusu...


Antalya Müzesi'nden kabartma...

Antalya Müzesi tanrıları , imparatorları, lahitleri, mezarları, mozaikleriyle gerçek dışı bir dünyaya açılan gizemli bir kapı gibi. Burada öylece duvarda asılı duran bir kabartmanın önünden bile kolay kolay ayrılamıyorsunuz. Benimki gibi alışkın gözler için bile yepyeni bir deneyim. Dokunmanın imkansızlığına direnmek çok zor.  


Müze'nin Perge salonlarından biri...
Sol köşede turistler önlerindeki ekrana tıklayıp, büyük ekranda etraftaki heykellerin Perge Tiyatrosu'nun hangi bölümünde olduğuna bakıyor...
Tam ortada gördüğüm en büyük Marsyas heykeli...


Perge 3. yüzyıl

3. yüzyıl lahdinin detayı...

Konyaaltı'ndaki bu sihirli yerden çıkmak zorundayım...Buraya ikinci defa geliyorum ama üçüncü için şimdiden hazırım...
Müzeden çıktığımda gün dönmek üzere, ciddi yorgunum, sürekli girişini karıştırdığım otelime vardığımda hava çoktan kararmış vaziyette. 


Asansörün seyir terasından Kaleiçi

Ertesi gün havanın ışıltısı beni tekrar Kaleiçi'ne çağırıyor. Limanın olduğu bölümle üst caddeyi birbirine bağlayan bir asansör yapıldı. Oyuncak Müzesi'nin sırasından asansöre binip bir seyir terasına çıkıyorsunuz. Buradan da üst caddeye geçiyorsunuz. Ben de limanı bu güzel havada seyretmek için küçük bir yürüyüş yapıyorum.



Antalya'ya bu gidişimde Kaleiçi'nin hemen bitişiğinde bir plaj keşfettim. Yıllar yılı orada duran Mermerli Plajı'nı görmemek benim kabahatim. Birkaç günlük tatillerde Akdeniz'le kavuşma düşü kuranlara pek uygun gibi geldi bana.


Mermerli Plajı

Anlat anlat doyamadığım bir Antalya yazısını daha bitirmek mecburiyetindeyim. Son fotoğrafı Işıklar Caddesi'nde çektim...Sevdiğim şehrin sevdiğim insanlarıyla şimdilik gidiyorum ama aynı şehirle geri döneceğim. 


Işıklar Caddesi'nde Hadrian Kapısı'na neredeyse paralel bir nokta.
"Acaba rahatsız olurlar mı?" diye düşünürken amcanın tebessümüyle deklanşöre basıverdim.

 Veda Busesi:

Antalya sehayatinin ikinci yazısı olmasına rağmen Phaselis, Aspendos, Olympos ve Kurşunlu Şelalesi'ni bu post içine de sığdıramadım. Artık devamını yazmak şart oldu...
Gitmeden Antalya içerikli önceki yazılarımı da eklemek boynumun borcudur. Ah bu şehre güzellemelerim bitmedi bitemez...

Bir tık ötedeki diğer Antalya yazıları:
Attalos'un çiçek ve deniz kokan diyarı: Antalya
Işık Ülkesi'nin kutsal kenti: Demre
Bir efsane, bir liman, bir film: Side
Bulutlara dokunmak, Zeus'la Konuşmak: Olympos Teleferik