27 Ocak 2013 Pazar

Nickolas Muray ve Büyük Aşkı Frida Pera Müzesi'nde...




“Çapkınlıklarım arasında bir gözde edindim. Bu tercih giderek bir aşka dönüştü, adı Nickolas Muray’di. Onunla, ikimizin de (onun benden biraz daha fazla) Macar asıllı olduğumuzu keşfettiğimiz bir gün Mexico City’de tanışmıştım. Bir fotoğrafçı olarak ona hayrandım. Bu hayranlık ünüyle değil, görüntüleri karşısında duyduklarımdan kaynaklanmaktaydı; yapıtının yumuşaklığını güzelliğini, insancıllığını, ve bir insan olarak canlılığını seviyordum. Orada, New York’ta birbirimize bağlandık.” 
                                                                                            
                                                                                                      Frida Kahlo*

 Resim:http://nickolasmuray.com/frida-kahlo

                                                          Nickolas Muray ve Frida Kahlo
    Sergide bu fotoğrafı görmeniz ve hatta müze mağazasından kartpostalını almanız mümkün.



Bu sıcacık cümleler Sanat Tarihi’nin “bıyıklı cazibesi” Frida Kahlo’ya ait. Frida, pek de uzun olmayan hayatı süresince bir dolu hüznü peşi sıra sürüdü. Bunlardan ilki çocukluk yıllarında geçirdiği otobüs kazasıydı; ne yazık ki bu kazanın etkileriyle ölene kadar mücadele etmek zorunda kalacaktı. Hayatının diğer büyük acısı aynı zamanda vazgeçemediği aşkı ressam Diego Rivera’ydı. Meksika’da ünlü bir duvar ressamı olan Diego’nun nam salmış bir komünist olması dışındaki ilk özelliği çapkın olmasıydı. Hakkında “Meksika’ya yolu düşüp de Diego ile yatmamış kadın yoktur” diye bir laf bile dolaşıyordu.
Geçirdiği kazanın etkisiyle sağlıklı bir gebelik geçiremeyen Frida üç kez düşük yapmıştı. Diğer yandan Diego’nun hayatına giren sayısız kadın kalbini kırıyordu.  Bu arada resimlerinden yarattığı dünyaya başka erkekler ve hatta kadınlar girmeye başladı. Bu ilişkilerden belki de en beklenmedik olanı Rus Devrimi’nin sürgündeki kahramanı Lev Troçki’yle yaşanan romantizmdi. Şaşırtıcı olmayan biçimde gelişen diğer gönül hikayesinin aktörü çapkın fotoğrafçı Nickolas Muray’di.
Esasen Nickolas Muray, bu yazının da başkarakteri. Nickolas Muray’ın ilgimi çekmesi vakti zamanında Frida Kahlo aracılığıyla gerçekleştiğinden, bu yazıya ancak Frida’lı bir başlangıç uygun düşerdi :) 


Fotoğraf...Eskrim...Nickolas Muray...


Nickolas Muray, 1892 yılında Macaristan’ın Szeged şehrinde Miklos Murai adıyla ,Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Aile ekonomik nedenlerle ilerleyen zamanda Budapeşte’ye taşındı. Budapeşte ve Almanya’da litografi, fotoğraf ve renk üzerine eğitim aldı.  Nickolas, yetenekli ve yakışıklı bir genç olarak öne çıksa da çoğu zaman antisemitist bakış açısıyla yüz yüze geldi.  1913 yılında cebinde 25 dolar ve 50 kelimelik İngilizcesi ile Amerika’ya göç etti. Kendisini köklerine bağlayan her şeyden kurtulmak istiyordu. İngilizcesini geliştirmek için akşam sınıflarına kaydoldu. Akabinde adını değiştirdi ve kendisini ateist olarak tanımladı.  1920’de bir arkadaşının teşvikiyle küçük bir atölye açtı. İlk sergisinden itibaren büyük ilgi uyandırdı. Kısa sürede birçok dergide fotoğrafları yayınlanmaya başlamıştı bile. Özellikle portre fotoğraflarına getirdiği yeni soluk heyecanla karşılanmış; Hollywood yıldızları, siyasetçiler, sporcular gibi kalburüstü bir kesimin fotoğrafçısı oluvermişti. Ayrıca aranılan bir moda ve reklam fotoğrafçısıydı. Coca Cola, Camel sigaraları, Dodge gibi sektörün tanınmış markalarının fotoğrafları da onun elinden çıkmaydı. 1931’de Ladies’Home Journal’da ilk doğal renkli fotoğrafının basılmasıyla reklam sektörünün öncü ismi olarak tarihte yerini aldı.

                                             Resim:  Pera Müzesi'nde görülebilir.
                                               Nickolas Muray / Dodge / 1933

Uyumlu ve sıcak kişiliği ile çalıştığı herkesin gönlüne girmeyi başaran Nickolas Muray’ın hayat boyu profesyonel olarak ilgilendiği bir konu daha vardı: Eskrim! Amerika’nın en ünlü fotoğrafçılarından biri olarak adını duyururken 1928 ve 1932 Olimpiyatları’nda ABD’yi eskrimde resmi olarak temsil etti. 1965 yılında New York’ta öldüğünde, eskrimdeki başarısını kanıtlayan 60 adet madalyası bulunuyordu. Nickolas halen ABD’nin gelmiş geçmiş en iyi 20 eskrimcisinden biri olarak anılmaktadır.   


                          
                       Marilyn Monroe 1952 / Marlene Dietrich 1935 / Elizabeth Taylor 1935

Frida’yla tanışma ve aşk…

Nick’in Frida’yla Meksikalı sanatçı dostu Miguel Covarrubias ve eşiyle yaptığı Meksika ziyareti sırasında tanışmıştı. 1931’de başlayan aşk, 10 yıl boyunca Meksika – New York hattında, özlemler ve bekleyişlerle sürüp gitmişti. 
                 
         Sevgilisinin çektiği fotoğraflarla Frida...21 Nisan 2013'e kadar Pera Müzesi'nde.

Nickolas, Frida’yla birlikte olduğu dönemde şöhretinin doruğundaydı. Çift,  New York sokaklarında sıradan iki aşık gibi dolaşıp olur olmaz yerlerde kaçamak öpücükler eşliğinde eğleniyorlardı. Frida aradığı sıcaklığı bulmuştu. Çoğu zaman sakat bacağının acısını unutup dakikalarca sevgili Nickolas’ıyla dans ediyordu. Paris’te Sürrealistler kendisini sergiye davet ettiklerinde Frida’yı yüreklendiren de Nickolas’tı. Paris’te geçirdiği yaklaşık dört  ay boyunca Nickolas’a tutku dolu mektuplar yazdı.

“ Nick’im seni seviyorum. Seni sevdiğimi (senin beni beklediğini) , senin de beni sevdiğini düşündükçe mutlu oluyorum…
Sevgilim, dünya güzelim, Nick’im, hayatım, çocuğum, sana tapıyorum…” **

          Resim:  Frida'nın Nickolas'a yazdığı mektuplardan biri, içinden çıkan hediyelerle beraber.                              Nickolas tarafından  Meksika'da çekilen Frida görüntüleri sergide izleyiciye sunuluyor.       

İşte bugünlerde bu aşkın kahramanları Pera Müzesi’nde. “Nickolas Muray : Bir Fotoğrafçının Portresi” başlıklı sergide Frida, sevgilisinin objektifinden sanatseverlerle buluşuyor. Sergi, Nickolas’ın 50 yıllık kariyerinin küçük bir özeti olarak karşınıza çıkıyor. Marilyn Monroe, Jean Harlow gibi Hollywood’un efsane isimlerinin yanı sıra ressamlar, sporcular, dansçılar gibi farklı kulvarlardan birçok tanıdık simaya ait fotoğrafa bakarken Nickolas’ın neden aranan bir fotoğrafçı olduğunu daha iyi anlıyorsunuz Ayrıca Nickolas Muray’ın reklam fotoğrafçılığına getirdiği yeni yorumun izlerini sürmek ve 20. yüzyılın ilk yarısının ticari amaçlı fotoğraflarıyla bir araya gelmek de mümkün!      



Son söz…

“Nickolas Muray : Bir Fotoğrafçının Portresi” başlıklı sergi Pera Müzesi’nde 25 Ocak-21 Nisan tarihleri arasında görülebilir. Nickolas’ın hayatı ve eserleri için daha detaylı bilgiler arayanlara burayı ve burayı tıklamalarını öneriyorum. Frida Kahlo, Sanat Tarihi’nde en çok kitaba konu olmuş ressamlardan biridir.  Everest Yayınları’ndan çıkan “Frida Kahlo: Aşk ve Acı” isimli kitap meraklılarını cezbedecektir.  Şu sıralar Pera Müzesi’nde, Ürdün Güzel Sanatlar Galerisi koleksiyonundan seçilmiş eserlerle gerçekleştirilen bir sergi daha başlamış durumda. Ancak “Muray’i ziyaret ederken onu da geziverin” diye geçiştirilemeyecek kadar üstünde durulacak bir sergi; bu nedenle “Bağımsız bir başlıkla ele alınmalıdır” demekten başka çarem kalmıyor :)

*”Frida Kahlo: Aşk ve Acı” / Rauda Jamis /Everest Yayınları  
**”Frida Kahlo: Aşk ve Acı” / Rauda Jamis / Everest Yayınları  

*** Ayrıca  bakınız: http://www.geh.org/fm/muray/murcol_idx00001.html ve http://nickolasmuray.com/




21 Ocak 2013 Pazartesi

Kayıp Eserleri Gün Işığına Çıkaran Adam: Charles Hill



“Ben suçluları yakalamaktan ziyade sanatı kurtarmakla daha çok ilgileniyorum”
                                                                                           Charles Hill *

Bu yazının kahramanı FBI ve yöntemleriyle kafa bulan, dünyanın en tanınmış ve başarılı sanat dedektiflerinden biri olan Charles Hill.  1947’de savaşın öldürücü etkileri tüm dünyada dehşet yaratıyorken Cambridge’de dünyaya gelen Hill, Amerikalı bir baba ve İngiliz bir annenin çocuğu. Babasının ABD Hava Kuvvetleri’ndeki görevi nedeniyle çocukluğu Amerika’nın değişik bölgelerinde geçiyor. Anne balerin ve aynı zamanda iyi bir piyanist. Aile ortamı ve çevresi kişiliğinin ve zevklerinin temel taşlarını oluşturuyor. Girdiği her sosyal ortama uyum sağlama, özellikle müziğe karşı olan ilgi, tarihe ve stratejiye duyduğu sonsuz merak…  


Resim: Resimler  http://www.wga.hu/ 'dan alınmıştır. 
Resim 1: Gabriel Metsu / Mektup Yazan Adam / 1662-65 / Resim 2: Francisco de Goya/Doña Antonia Zárate’nin Portresi /1805  Resim 3: Johannes Vermeer/Mektup Yazan Hanımefendi ve Hizmetçisi/1670
Charles Hill tarafından bulunan ve bugün National Gallery of Ireland' da bulunan eserlerden bazıları.

Oldukça parlak bir öğrencilik yaşarken 19 yaşına geldiğinde çağımız için oldukça sıra dışı bir kararla Vietnam’a gönüllü asker olarak gidiyor.  İki yıl sonra George Washington Üniversitesi’nde tarih eğitimi almaya başlıyor. Bir yandan okula giderken diğer taraftan geçinmek için gece bekçiliği yapıyor. Ama söylediğine göre asla Cumartesi geceleri çalışmıyordu. Çünkü Washington Senfoni Orkestrası’nın bir sezonluk biletini almıştı. Yıllar sonra bu zamanlar sorulduğunda “Kültür aracılığıyla tarihin daha iyi anlaşılacağına inanıyorum” diyecekti. Daha sonra kazandığı Fulbright bursuyla Dublin’deki Trinity Üniversitesi’nde teoloji öğrenimi görüyor.  Tarih, teoloji, gece bekçiliği derken Scotland Yard’a katıldı.  En başta devriye gezen herhangi bir polisti ama zaman içinde dedektif başmüfettişliğine kadar yükseldi.

Kayıp Parmicianino'nun Scotland Yard'ın başına açtıkları...

Dedektif olarak esas keşfedilmesi ise 1982 yılında gerçekleşti. Sanat eserlerinin çalınması ve zarar görmeden bulunması hemen her dönem sorunlu bir işti. 1982’de Londra sanat çevrelerinde bir haber dolaşmaya başladı. 16. yüzyılın ünlü Maniyerist ressamı Francesco Mazzola’nın ya da nam-ı diğer Parmigianino’nun milyonlar etmesi muhtemel bir eseri için müşteri aranıyordu. Aslında mesaj açıktı, çalıntı bir tablo kaçak yollardan yeni yuvasında huzura kavuşturalacak; alan memnun satan daha memnun olacaktı! Scotland Yard hemen harekete geçti. Esaslı bir plan hazırlanmalıydı. Görevi alan iki dedektif, planlarının merkezine Hill’i koymayı düşündü. Ellerinde para babası sanat koleksiyoncusunu oynayacak pek gönüllü yoktu. Amerikan aksanıyla konuşan, sempatik görünümlü ve zeki Hill bu iş için biçilmiş kaftandı. Maceraperest kişilikli Hill bu davaya hemen sarıldı. Bu olayda göstereceği performans hayatını değiştirecekti.


Resim: Resimler  http://www.wga.hu/ 'dan alınmıştır.  (Charles Hill'in peşinde olduğu resim bunlardan hiçbiri değildir.) 
İtalyan ressam Parmicianino 'nun (1503-1540)  kısa ömründe yaptığı resimlerden birkaçı.  Büyük resimde otoportresi görülüyor. Maniyerizm, Rönesans'ın katı ilkelerine başkaldırı içerir. Figürler alışılmadık pozlarda ve beklenmedik biçimde hareket halindedir.  Kompozisyonda uyum ve denge reddedilir; bunun yerine çoklu perspektif, bozulmuş oranlar ve çok renkçi bir yaklaşım söz konusudur. 

Öncelikle hırsızların karşısında inandırıcı olmak için bir takım hazırlıklara girişti. Kısa bir süre sanat tarihi çalıştı. En fazla resim sanatı üzerinde durdu. Rönesans’tan başlayarak resim ekolleri hakkında bilgi topladı. Parmigianino’nun eserleri ve Maniyerist sanatı iyice öğrenmek için çaba gösterdi.  Sanatsever hırsızlarla temasa geçme zamanı geldiğinde Londra’nın kalburüstü otellerinden birinde yer ayırttı.  Milyonlarca sterlini 400 yıllık bir Parmigianino’ya yatıracak zengin Amerikalı olarak gerçekçi bir kimlik yaratmalıydı. Plan tutmuştu. Hırsızlar Hill’i pazarlık için Londra’da bir tren istasyonuna davet etti. Daha sonra Hill ve yanındaki diğer gizli polisi istasyondan alıp, şebekenin daha kıdemli bir üyesinin yanına götürdüler. Geldikleri kocaman evde yenildi, içildi, hatta Hill “zengin Amerikalı” kimliğine vurgu yapmak için Vietnam Savaşı günlerinden alıntılarla ortamı renklendirdi. Gecenin sonunda ganimet ortaya getirildi. Sarıp sarmalanmış Parmigianino özenle açıldı. Hill resmi eline aldı; bir süre inceledi. Ancak verdiği tepki beklenenden çok uzaktı. Resmin içinde bulunduğu çerçevenin 400 yıllık olamayacağı açıktı. Daha da dikkat çekici olan resmin üzerini bir ağ gibi kaplayan craquelure adı verilen çatlaklar bir tuhaftı. Hill kararını satıcılara bu gerekçelerle anlattı. Resmin sahte olduğuna inanıyordu. Hırsızlar, bu bilgece izahat veren adamın yargısından rahatsız olmuşlardı. İtinayla zimmetlerine geçirdikleri eser nasıl sahte olabilirdi:) Yine de ısrar etmediler ve Hill’i istediği gibi tren istasyonuna bıraktılar.

Resim: http://www.boston.com/bostonglobe/ideas/articles/2010/03/14/who_steals_art/
Ünlü Sanat Dedektifi Charles Hill.

Hill’in içi rahattı. Scotland Yard yetkilileri alelade bir dedektifin verdiği karar karşısında şaşkındı. Böyle saçma şey olur muydu? Suçlular derhal resimle birlikte ele geçirilmeli bu yüz karası temizlenmeliydi. Teşkilat alarma geçti ve bütün imkanlar seferber edildi. Bir sürü uğraş, çaba, uykusuz geceler derken polis iki hırsız ve tabloyu bulabildi. Derhal dünyanın en ünlü müzayede firmalarından biri olan Christie’s’in uzmanlarına başvuruldu. Zaman kaybetmeden bu büyük başarı kamuoyuna duyurulmalıydı.  Ancak beklenen duyuru asla yapılamadı. Uzmanlar bulunan resmin en fazla 100 yıllık ve oldukça iyi yapılmış bir Parmigianino kopyası olduğuna karar verdi. 

Operasyon başarısız olsa da Hill bir anda parlayıvermişti. Bir kere zengin Amerikalı koleksiyoncu rolünü hakkıyla oynamıştı.  Tehdit ve baskı gibi zorlayıcı durumlarda bile soğukkanlılığını koruyup, doğru sonuçlara ulaşabildiğini göstermişti. Ve daha önemlisi bırakın polisleri, sanat eğitimi almış birçok kişide dahi nadiren rastlanılan bir sanat potansiyeli barındırıyordu; üstelik bunun tesadüfen farkına varılmıştı!   

Sanat Soygunları...Londra...Charles Hill...


Londra’nın sanat piyasası için hayati değer taşıyan stratejik noktalardan biri olduğu göz önünde bulundurulursa, çalınan eserlerden önemli bir kısmının bu noktaya uğraması muhtemeldir. Dolayısıyla polis teşkilatı içinde bu konuda uzmanlaşmış personelin olması elzemdir. Scotland Yard’da bulunan ve sadece dört kişiden oluşan Sanat ve Antikalar Şubesi’nin çeşitli sanat hırsızlığı vakalarını açığa kavuşturduğu ve hatta zaman içinde İngiltere’de bu tarz soygunların sayısının düşüşe geçtiği istatistik verilerle ortaya konuldu. Uzun yıllar bu dört dedektiften biri olan Hill, burada çalıştığı süre içinde birçok başyapıtı gerçek yerlerine teslim etmeyi başardı.



Charles Hill’in sanat polisi olarak kurtardığı eserlerin bugünkü toplam değerinin 100 milyon doların üzerinde olduğu biliniyor. Başarısı o kadar aşikar ki başka ülkeler bile kaybolan eserleri için ona başvurmaktan çekinmiyor.  Scotland Yard’dan ayrılan Hill, şu sıralar kendi kurduğu sanat eseri güvenlik danışmanlığı şirketinde çalışıyor ve  ek olarak “eser avcılığı” yapıyor.  Bütün dünyada tanınmış bir sanat dedektifi olarak çok medyatik ve bundan ciddi bir zevk alıyor.  Kendini bu kadar deşifre etmesi, operasyon tekniklerini detaylarıyla anlatması ve sürekli kendini övmesi meslektaşlarını kızdırsa da Hill şöhretinin tadını çıkartıyor:)



Resim: http://www.thefacultylounge.org/property/

Munch' a ait Çığlık isimli eser de Charles Hill tarafından  kurtarılmıştır.



Son Söz…

 Charles Hill gerçekten alanındaki birkaç isimden biri. Ayrıca kendini ve hırsızlardan kurtardığı eserleri anlatmaya doyamadığı için hakkında yazılmış düzinelerce makale, kendisiyle yapılmış yüzlerce röportaj bulmak mümkün. Aynı zamanda bir belgeselin ve bir kitabın da konusu olmuş. Ben kendisiyle çalınmış eserleri inceleyen, hırsızların doğasını anlatan ve onları bulanlara da ucundan değinen YKY’dan çıkan, Simon Houpt tarafından yazılıp, Mine Haydaroğlu tarafından çevrilen “Kayıp Eserler Müzesi”** isimli kitap aracılığıyla müşerref oldum. Dedektifin Parmigianino ile başlayan gerçek hikayesine de “Kayıp Eserler Müzesi”’nin sayfalarından. Bunun dışında Hill hakkında yazılmış bir sürü kaynağı didikledim. Ama en çok ilgimi çeken ve alıntı da yaptıklarımdan biri bu diğeri de bu.  Charles Hill’in tanınmasını sağlayan Parmigianino resminin hangisi olduğu hiçbir yerde belirtilmiyor. FBI da dahil birçok veri tabanını da araştırmama rağmen bulamadım :)) Bir nedenden gizli tutuluyor olabileceği gibi vakti zamanında envantere geçmeden önce kalabalık koleksiyonlu bir müzeden çalınmış olabilir. “Olmaz” demeyin öyle örnekler var ki oluyor:)


*The Telegraph’da çıkan Colin Gleadell tarafından yapılan “The Art Detective” başlıklı röportajdan alınmıştır. 




11 Ocak 2013 Cuma

Skyfall, William Turner ve Yeşilçam


MI6’ in en ünlü ajanı geçtiğimiz yıl hünerlerini sergilemek üzere 3. defa Türkiye’ye geldi. James Bond’un ülkemize ilk ziyareti sırasında takvimler 1963’ü gösteriyordu. “From Russia With Love”* isimli 
filmde Sean Connery, gelecekte gelmiş geçmiş en iyi James Bond olarak anılacağını bilmeden kahramanlık becerilerini en üst düzeye taşıyordu. 
İkinci ziyaret Bond’ların yüz karası olarak anılan Pierce Brosnan tarafından “The World Is Not Enough”** filmiyle 1999 yılında gerçekleşti. 
Ve sonuncusu da geçtiğimiz yıl “yürek yakan” İngiliz casusu, “buz gibi” bir tavırla canlandıran Daniel Craig’li “Skfall” ile sinema tarihine kazındı. 



Resim: http://www.beyondhollywood.com/bond-23-title-confirmed-as-skyfall-plot-details/ 

23. Bond filmi olan Skyfall' un logosu.

İlk iki film için dönemin yetkili makamlarının ve kamuoyunun 
ne düşündüğü bilinmez ama Skyfall için oldukça pembe hayaller kurulmuştu
Güzel ülkemiz, İngiliz casusun ardında görününce, izleyicilerin gözünü perdeden ayıramayacağı düşünülmüş olmalıydı. 
Yoksa Tarihi Yarımada’nın değerli kültür hazineleri, çökme tehlikesine rağmen ne diye atlamalı-patlamalı bir filmin mekânı olabilirdi ki! 
Sonuçta üzerine çöl tozu çökmüş, kubbeli, denizi olmayan, Ortadoğu’da herhangi bir yere benzeyen bir Türkiye perdede yer aldı. 
Türkiye diyorum, çünkü İstanbul, Adana ve Fethiye güzergâhında çekilen sahnelerde yer ismi belirtmeye lüzum görülmemişti. Bunun sebebi İstanbul-Adana arasının trenle 10 dakika olarak yansıtılması olabilir. Aradaki farkı sadece Türk izleyici anlayabileceği için pek önemli bir ayrıntı da sayılmayabilir. Elbette bu neticede “Türkiye’yi dosta düşmana tanıtalım” filmi de değil!

Resim: http://www.mitteleuropa.x10.mx/filmlocations_fromrussiawithlove.html

Sean Connery ve Daniela Bianchi Galata Köprüsü'nde /1963

Her şeye rağmen zihin, 1963’ün İstanbul’unda geçen From Russia With Love’da gösterilen tarihi dokusu, zarif ve modern insanları ile göz dolduran İstanbul’u ister istemez anımsamadan edemiyor.
 Bu bağlamda sadece, İstanbul, yabancı film ekibinin Oryantalist bakış açısına kurban gitmiştir denilemiyor. 60’ların Türkiye’si ile günümüz Türkiye’si arasındaki “gelişme” dışardan daha net fark edilebiliyor ne yazık ki…Dolayısıyla Arap tınılı bir müzik, sarımtırak bir toz bulutu, içler acısı bir pazar yeri gibi yanıltıcı ayrıntılarla olduğundan daha vahim sunulması da kimsenin umurunda olmayabiliyor!  
  

                                               Resim: http://007fanart.wordpress.com/2011/03/10/new-from-russia-with-love-poster/

James Bond ve Yeşilçam…

Skyfall ile beraber 23 adet James Bond filmi var.
 007’yi oynamak her aktörün hayali mi bilinmez ama Sean Connery’den sonra Bond’u canlandıran her aktöre sinema tarihinde bir kulp takılmış durumda. Yine de benim aklıma James Bond deyince Sean Connery yerine Sadri Alışık geliyor.
 Yeşilçam severlerin bildiği gibi 24. James Bond filmi 1967 yılında tamamı İstanbul’da ve Halit Refiğ tarafından çekildi. Filmin adı “Kız Kolunda Damga var” ama bu sizi yanıltmasın. Kızımız, yani Fatma Girik “Demir Çiçek” kod adlı bir casus; kolundaki çiçek dövmesi de filme adını vermiş. James Bond’u Sadri Alışık canlandırıyor; gayet şık, zeki ve baştan çıkarıcı. Diğer Bond’lardan bir farkı olmadığı rahatça söylenebilir! Fatma Girik’se Batılı Bond kızlarından daha şanslı. Batı versiyonlarında olduğu gibi ikincil konumda değil. Dişe diş kana kan mücadele ediyor; hem güzel, hem seksapeli yüksek, hem de başarılı bir casus. Komedi-macera türündeki film çağına göre gayet nitelikli. 

 
                                                              Resim: http://www.film-merkezi.com/film-14701.html
 Sadri Alışık filmde iki farklı karakteri canlandırıyor.Nedense afişte Bond halini kullanmayı uygun bulmamışlar.


İlginç bir biçimde orijinal Bond serisinin yapımcıları da George Lazenby’nin yarattığı hayal kırıklığından sonra rolün hakkını verecek yeni bir 007 ararken Yeşilçam’a uğramış! 
Tesadüfen İngiltere’de montajı yapılan George Arkın*** filmine denk gelen bir yetkili aktörün diğer filmlerini araştırmış ve aktörle bağlantıya geçmiş. Aktör davet üzerine İngiltere’ye gitmiş. 
3. James Bond olma meselesi birden ciddiye binmişken aktörün Türk olduğu, adının da Cüneyt olduğu ortaya çıkıvermiş.  İngilizlerin davranışlarına yansıyan hayal kırıklığı Cüneyt Arkın’ı da etkilemiş ve dil eğitimini bırakıp, Bond olmaktan da vazgeçip Yeşilçam’a dönmüş.  

Cüneyt Arkın ve 2. James Bond George Lazenby



Skyfall ve değişen Bond…


Yeşilçam’dan Skyfall’a dönecek olursak Daniel Craig, en çok eleştirilen Bond’lardan biri. Oyunculuğundan ziyade soğuk tavrı ve fiziki özellikleriyle bazı sinema eleştirmenleriyle birkaç emekli 007’nin tepkisini çekmiş durumda. Skyfall’da kendisi 3. defa James Bond’u canlandırdı.  Perdede değişen dünyaya ayak uydurmuş ve daha ayakları yere basan bir Bond olmasına karşın bazı ilkelere yine harfiyen uyulması gözden kaçmadı. 007’lerin genel özelliği olarak aktör yine bir İngiliz’di. 
Filmin kötü adamları dünyanın her milletinden olabilirdi ama asla İngiliz olamazlardı; hatta MI6’te casus olsalar bile İspanyol kanı taşımalarında bir sakınca yoktu. Takım elbise en çok Bond’a yakışır (yakışmıştı gerçekten) ve en tehlikeli anlarda dahi kol düğmeleri düzeltilebilirdi.  Bir İngiliz casusu olarak vatan sevgisi her şeyden önce gelirdi ve Bond her şeyi ülkesi için yapardı. Kadınlar Bond’u hep baştan çıkarıcı bulurdu ve belki erkekler de! Bir de Hollandalı bira firmasının milyonlarca dolarının hatırına artık kült haline gelen votka-martiniden biraya geçilebilirdi; küresel ekonomik kriz diye bir gerçek vardı...






William Turner ve James Bond…

Her ne kadar Türkiye sahnelerinde bunu yansıtmamış olsa da James Bond her filmde olduğu gibi bu filmde de kültürlü ve sanatseverdi. 007,Trafalgar Meydanı’ndan National Gallery’e girerken yalnız ve sakindi. Batı sanatının birçok şaheserine ev sahipliği yapan müzede İlerledi ilerledi ve şaşırtıcı olmayacak biçimde bir İngiliz’in önünde durdu. Romantik Dönemi’n en ünlü İngiliz ressamı Joseph Mallord William Turner 
(775-1851)’ın kendisi kadar tanınmış eserlerinden biri olan “Savaşçı Temeraire”**** aracılığıyla izleyiciye mesaj vermeyi tercih etti. 



 
  Joseph Mallord William Turner/Savaşçı Temeraire/1838-39/ National Gallery/Londra

M. W. Turner'ın hayatına kısaca bakacak olursak Bond ve Temeraire buluşmasının kıymetini daha iyi anlayabiliriz. William Turner, sıradan bir berberin oğlu olarak Londra’da dünyaya geldi. Ailevi problemleri nedeniyle düzenli bir eğitim alamasa da o kadar yetenekliydi ki 14 yaşında Kraliyet Akademisi’ne girdiğinde bu durum kimseyi şaşırtmamıştı. Sonraki yıllarda gözlem tutkusu ve mükemmel hafızası yeteneğini besleyen en önemli kaynaklar oldu.  Erken yaşlardan itibaren aranan bir sanatçı haline geldi ve kısa sürede muazzam bir servet elde etti. Işığı, gökyüzünü, atmosferik olayları betimlediği eserlerinde doğanın yüceliğini vurguladı. Sanatçı, 19. yüzyılın en önemli ve öncü manzara ressamı olarak kabul edilir. Başta İzlenimciler olmak üzere 20. yüzyılın birçok yenilikçi sanat akımı için kilit bir isimdir. Turner’ı bu kadar önemli yapan bir diğer husus, vasiyetidir. Sanatçı 100’den fazla başyapıtını ve onlarca eskizini İngiliz halkına bırakmıştır.

“Savaşçı Temeraire” işte bu müthiş ressamın İngiliz halkına bıraktığı başyapıtlarındandır. Temeraire, Kraliyet Donanması’nın en görkemli günlerinin adeta yüzen bir anıtıdır. 21 Ekim 1805 tarihinde İngilizler, Trafalgar açıklarında İspanya ve Fransa kuvvetlerini kayıpsız mağlup ederken; Temeraire, ünlü Amiral Horatio Nelson komutasındaki filonun kahramanca mücadele eden gemilerinden biriydi. Turner, kahraman gemiyi Thames Nehri üzerinde, sökülmek üzere bir römorkör tarafından tersaneye sürüklenirken görmüş ve tam da bu anı tuvale aktarmıştı.  
Resimde eskimiş, teknolojiye yenilmiş, destansı günleri çoktan geride kalmış, artık sadece anılarda yaşayacak bir gemi kederli bir sona doğru adım adım ilerliyor. Ufukta altın renkleriyle güneş çoktan onu terk etmeye başlamış; karanlık  sadece gün dönümünü değil aynı zamanda Temeraire’in ebedi yok oluşunu da simgeliyor.
Tıpkı filmdeki yaşlanmış, güçten düşmüş, kahramanlık günleri geride kalmış, gamlı gözlerle resmi izleyen James Bond gibi…Savaşçı Temaraire, Bond’un içinde bulunduğu durum için o kadar doğru bir metafor ki bunu kullanma fikrini ortaya atan her kimse ancak tebrik edilebilir.

Son Söz…

Sırf perdede kocaman bir Turner görmek için bile bu film izlenebilir.  Ayrıca Türkiye’yi sunum biçimine içerlemiş olsam da “Sezar’ın hakkı Sezar’a” Skyfall en iyi Bond filmlerinden biri. Sean Connery’ciler bozulabilirler ama Daniel Craig başarılı bir Bond kimliği ortaya koyuyor.
Son olarak eklemek isterim ki James Bond karakterinin yaratıcısı Ian Fleming, romanlarında 007’yi 1.83 boyunda, kumral ve yeşil gözlü olarak tanımlıyor. Sean Connery 1.89, Daniel Craig 1.78, Cüneyt Arkın 1.82 boyunda... Aslında kader çağırmış diyeceği geliyor insanın.    


Meraklısına Not: Cüneyt Arkın’ın James Bond olma serüvenini, kendi ağzından bir röportajda dinledim. Kız Kolunda Damga Var’ı klasik filmleri sevenlere tavsiye etmek boynumun borcudur. 

*“Rusya’dan Sevgilerle” adıyla ülkemizde gösterilmiştir.
**“Dünya Yetmez” adıyla ülkemizde gösterime girmiştir.
***Cüneyt Arkın filmleri yurt dışında gösterilirken, coğrafyasına göre aktöre Steve, George, Lee gibi isimler verilmiştir.
****Eserin tam adı: The Fighting “Temeraire” Tugget to Her Last Berth to  Be Broken Up. Eser Türkçe yayınlarda genellikle “Savaşçı Temeraire”  adıyla anılmaktadır.